04 Kasım 2025 Salı
Depremin üzerinden kaç yıl geçti, artık saymıyoruz… Zira her saydığımız gün, moralimiz biraz daha bozuluyor. Hala konteynerlerde yaşam mücadelesi veren yüz binlerce insan var. Yıkılmış şehirler, yıkılmayı bekleyen on binlerce konut, mahkemelerde biriken binlerce itiraz dilekçesi ve açılan davalar…
Ama yıkılan binalardan, çöken hayatlardan sorumlu olanlar ise yok denecek kadar az. Kaç belediye başkanı hakkında dava açıldı? Kaç fen işleri müdürü, kaç mimar, kaç mühendis, kaç müteahhit hesap verdi? Kimse bilmiyor. Çünkü neredeyse hiç yok. Bir avuç şikayet, birkaç devam eden dava ve geriye kalan büyük bir sessizlik…
Oysa binlerce insanın ölümüne neden olan ihmal zincirinin halkaları hala kırılmadı. Depreme dayanıklı sloganlarıyla boy boy ilanlar veren müteahhitler, yıkılan evlerin sahipleriyle göz göze gelemiyor artık. Peki belediyelere, bu binalara izin veren kurumlara kim hesap soruyor?
Sorulmadığı için tarih tekerrür ediyor. Gerçeklerle yüzleşmek istiyorsak, önce bulunduğumuz yerden çıkıp çevremize bakmamız yeterli. Yapılan yeni şehir planlamalarına bakınca, geçmişteki Sovyet rejiminin tek tip binalarını andıran görüntülerle karşılaşıyoruz. Aynı renkler, aynı biçimler, dar sokaklar, küçük balkonlar, birbirinin kopyası yapılar…
Estetikten uzak, ruhsuz bir beton yığını haline gelen şehirler… İnsanca yaşam alanları inşa etmek bu kadar mı zordu? Depremin ardından yeniden inşa edilen şehirler, daha modern, daha güvenli ve daha yaşanabilir olabilirdi. Ama görünen o ki, hız uğruna kalite yine geri plana itildi.
Bir başka sorun da “kentsel dönüşüm” karmaşası… Aslında bu meselenin kokusu daha yeni yeni çıkmaya başladı. Yarım kalan projeler, ortadan kaybolan müteahhitler, yıllardır teslim edilmeyen daireler… Bunların hepsi önümüzdeki dönemde büyük mağduriyetlere yol açacak.
Depremi unutarak, yaralar sarılmadan, sorumlular hesap vermeden atılan her adım; gelecekte yeni felaketlerin kapısını aralar. Biz saymaktan vazgeçtik belki ama acının, ihmallerin ve vurdumduymazlığın hesabını birileri mutlaka sayacak.
Deprem sonrası insanların psikolojisi hala tam anlamıyla düzelmiş değil; yaşanan travmalar, kayıplar ve belirsizlik duygusu birçok kişide derin izler bırakmaya devam ediyor. Depremin üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen insanların ruh hali hala sarsılmış durumda; korku, kaygı ve belirsizlik pek çok kişinin hayatının bir parçası haline geldi.
Celil Kocataş
Gazeteci olarak vatandaşların en çok serzenişte bulunduğu bir konuyu köşeme taşımayı düşündüm. Bir sorudur dönüp dolaşıp geliyor: “Başkan niye gelmedi?” Sokakta, kahvede, market kuyruğunda herkes aynı şeyi soruyor. Sorunun özü basit ama yanıtlar karışık; vatandaşın merakıyla yönetenin mesaisi arasındaki görünmez duvarı işaret ediyor.
“Gelmesin ya.” diyenler de var, “Gelmesin, otursun makamında, proje üretsin.” diyenler de. Haklılık payı her iki görüşte de var. Bir yandan işini masasında, bürokrasiyle yapan yöneticiler olmalı; diğer yandan halkın, gündelik hayatın nabzını tutan, sokakta yüz yüze konuşabilen bir temsilci de bekliyoruz.
Şehirde bir başkan düşünün: etrafında danışmanı, müdürü, şefi, halkla ilişkiler birimi var. Hepsi bir organizasyonun parçaları. Peki bu ekip ne iş yapıyor? Vatandaş soruyor: “Onlar ne görüyor, hangi raporu kime sunuyor, hangi adımı atıyor?” Eğer herkes görevini yapıyorsa; eğer raporlar hazırlanıyor, geri dönüşler yapılıyor, projeler sahaya iniyorsa; o zaman neden halk halen “Başkan niye gelmedi?” diye soruyor?
Gezen başkan mı, çalışan başkan mı? Bu ikisi aynı zamanda var olabilir. Gezip dert dinleyen, mahalleyle saatler geçiren başkan; ama aynı zamanda masasında projeler üreten, yöneten başkan da olmak zorunda. Sorun, bu iki yönün birbiriyle uyumlu olmaması. Saha gözlemi ile bürokratik işlerin birbirine bağlanmadığı bir yönetimde, halkta “görülmeme” hissi doğar.
“Yok diyorsanız, başkan gelsin. Gelsin o zaman.” diyen vatandaşın talebi basit: görünürlük ve hesap verilebilirlik. Sadece selam verip geçmek de değil; sorunları yerinde görmek, not almak, somut adımlar vaat etmek ve takip etmek istiyor insanlar. “Onlar geçecek, onlar görecek, raporu ilgili birime sunup başkana iletecek” denildiğinde vatandaş bunun nerede karşılığını bekleyeceğini bilmek istiyor.
Halkla ilişkiler birimi, danışmanlar, şefler var diye işler kendiliğinden yürümez. Bu yapıların işi, halkın sesiyle yönetimin planlarını birleştirmek: sahadaki şikâyeti alıp, çözüm önerisiyle birlikte somut bir takvime bağlamak ve netçe duyurmak. Yoksa “rapor sunduk” denilen noktada vatandaş hâlâ “Başkan niye gelmedi?” diye sorar.
Ve bir gerçek daha var: Boş vaatler, sadece ağızdan çıkan sözler, şehirde dolaşan ama işi bir türlü hayata geçiremeyen başkanlar gördük. Bu yüzden insanlar bazen “gelmesin” diyor. Çünkü gezip fotoğraf vermekten öte bir işe yaramayan bir görünürlük istemiyorlar. Gerçek katılım, gerçek çözümler istiyorlar.
O halde çözüm ne? İki basit beklenti:
Şeffaflık ve hesap verilebilirlik: Yapılan saha ziyaretlerinin, alınan notların, oluşturulan raporların ve atılan adımların halka duyurulması. Vatandaş, “ne yapıldıyı” görebilmeli.
Sade ve etkili iletişim: Halkla ilişkiler birimleri sadece bildiri yollayan değil; geri bildirim toplayan, takibini yapan, sonuçları paylaşan bir işlev üstlenmeli.
Sonuç olarak; ya gelmesin dediğimiz başkan, makamında oturup somut işler üretmeli; ya da gelmesi beklenen başkan çıksın, bizzat görsün, not alsın, geri bildirim versin. Her iki durumda da vatandaşın temel isteği aynı: söylenenin arkasında somut iş ve görünür sorumluluk olsun.
Vatandaş da hâlâ soruyor: “Başkan niye gelmedi?” Cevap basit olmalı “gelmedi” gerekçesiyle beraber söylenmeli; gelmişse yapılanlar açıkça paylaşılmalı. Şehir, gizli ajandalarla değil, açık diyalogla yönetildiğinde bu soru kendi cevabını bulur. Oturun halinize şükredip beklemek de bir seçenek; ama hesap sorabilen, talep edebilen bir toplum olmayı seçersek, sorular cevapsız kalmaz.
Celil Kocataş
Adıyaman’da özel bir kanalda TV programları yaptığım 2004-2012 yılları arasında intihar vakalarını defalarca gündeme getirmiştim. O dönemde yaptığım TV programından sonra sosyal hizmetler uzmanları Adıyaman’a gelmiş ve aylarca konu üzerinde çalışma yapmışlardı. Bir dönem azalmış olan intihar vakaları son zamanlarda tekrar artış göstermiş durumda.
Genç yaşta insanların hayatını kaybetmesi çok üzücü bir durum. Son günlerde artarda gelen intihar haberleri acaba yetkilileri harekete geçirdi mi? Bu soruyu yetkililere sormak gerekir. Her boyutta incelenmesi gereken bu konuda ekonomik ve sosyal anlamda geniş bir alan çalışması yapılması gerekir. İntihara teşebbüs yaşının 12’lere düşmüş olması oldukça düşündürücü bir durum.
Adıyaman’da son bir hafta içinde 4 intihar vakası yaşanınca bütün dikkatler Adıyaman’a çevrildi. Yapılan araştırmalarda geçmiş dönemlerde Batman’da intihar vakalarında artış yaşanmış, daha sonrasında uzmanlar ve yetkililer tarafından yapılan çalışmalarda bu ilde intihar vaka sayısı düşmüştü.
Toplumunda derin üzüntüler bırakan intihar vakalarında uzmanların yaptığı açıklamalar oldukça önemlidir.
Uzmanlar yaptığı açıklamada şu ifadelere yer veriyor; “İntihar davranışına yatkınlıkta, yaş, cinsiyet, psikiyatrik hastalıklar, ailesel ve genetik faktörler, fiziksel hastalıklar, çocukluk dönemi yaşantıları, psikososyal destek sistemleri, olumsuz bilişsel yapılanmalar, ölümcül silahlara ulaşılabilirlik gibi çok çeşitli risk faktörleri rol oynamaktadır.
Deprem sadece jeolojik bir olay değil, sosyolojik ve psikolojik boyutu olan bir afet. Zira insanları ve toplumları sosyal, ekonomik, kültürel açıdan olumsuz etkiliyor. Depremzedelerde travma sonrası stres bozukluğu depresyon ve çaresizlik hissediliyor. Doğal afetler sonrası intiharın arkasındaki etkenlerden ilki doğrudan afetlerle ilgili yaşanan psikolojik travma ve strestir.
Doğal bir afetin travması, kaygı, depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) semptomlarına yol açabilir. Bu belirtiler felaket meydana geldikten sonra haftalar, aylar ve hatta yıllar boyunca devam edebilir” Bir an önce bu konuda saha çalışması başlatılmalı, sosyal hizmetler uzmanları geniş çaplı bir araştırma yapmalı ve sonuçlar kamuoyuna sunulmalıdır.
Celil Kocataş
[email protected]
Hafta sonu Tokat’ın Erbaa ilçesinde çok güzel bir düğün merasimine katıldım. Düğünde gençler çok neşeliydi ancak ilerleyen saatlerde düğün ortamında silah sıkılması herkesi rahatsız etti. İşte o an düğün merasiminde bir tedirginlik ortamı oluştu. Böylesine durumlarda hem düğüne gelen misafirler hem de düğün sahipleri rahatsız oluyorlar.
Günümüzde birçok genç iş bulamamaktan yakınırken, düğünlerde keyfi olarak havaya silah sıkıldığını görünce; “İnsanlar bu paraları mermiye veriyorsa gerçekten ekonomi iyidir. Bu kişilerin ekonomileri kötü olmuş olsa bu kadar paralar mermi için harcanmaz” diye düşündüm.
İnsanların mutlu günlerini kimsenin karartmaya hakkı olamaz. Yıllarca düğün ve özel günlerdeki silah sevdasından nice canları yitirmedik mi Erbaa İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından düğün, nişan ve kutlamalarda silah kullanımına karşı farkındalık oluşturmak amacıyla, “Mutluluğa Kurşun Sıkma” konferansı da düzenlenmiş.
2014 yılında yapılan bir haberde aynen şu ifadeler yer alıyor; “Erbaa Kaymakamlığı düğünlerde silahla ateş açılmasının önüne geçebilmek için Emniyet Müdürlüğü ile Jandarma Komutanlığı hizmetine sunulmak üzere 2 adet multikopter almaya hazırlanıyor. Multikopterlerin ilçede polis ve jandarma tarafından kullanılarak, düğün vs. havaya ateş açılarak yapılan eğlence ve kutlamalarda önlem olarak kullanılması planlanıyor.”
Toplumda düğün ve özel günlerde bu silah sıkılması cahillik olarak nitelendirilmektedir. O bölgedeki kolluk kuvvetlerinin düğünlerde sıkı denetim yapmaması da işin ayrı boyutu. Sadece 9 Nisan’da bir operasyon yapılmış, operasyonda 7 adet silaha el konulmuş, ama düğün sezonunda bu gibi operasyonların devamı gelmemiş.
Köyde gençlerle sohbet ettiğimde köyden bir gencin geçmiş yıllarda havaya sıkılan silahtan çıkan bir saçmadan dolayı kör olduğunu üzüntüyle öğrenmiş oldum. Yıllar önce yaşanan bu acı olaya rağmen katıldığım düğün merasiminde silahlar hiç susmadı, gücümün yettiğince silahların sıkılmaması için gençlere müdahale ettim.
Bölgeye iki defa gelen jandarma ekipleri sadece gençleri ikaz etti. Jandarmanın bu tür durumlarda ikaz etmek yerine gerekli işlemleri yapması gerekirdi. Bu ay itibariye düğün sezonu başladığı için bahsettiğim bölgede her hafta düğünler olacaktır.
Ülkemizin birçok şehrinden düğünlerde silah sıkılmasından dolayı yaşanan acı olayların hiçbir şekilde yaşanmaması için düğünlerin olduğu alanlar sıkı denetlenmelidir. İnsanları sadece uyarmakla bu sorunun önüne geçilmez. Bu konuların hem adli makamlara sevk edilmesi hem de caydırıcı cezaların verilmesi gerekir. Yoksa kimsenin kimseyi ne dinlediği var ne de yasalara uyduğu.
Celil Kocataş
İç suların denetimi çok önemli bir konu olduğu gibi sürdürülebilir bir hayat için yetkililer tarafından kontrollerin sürekli olarak yapılması gerekir. Türkiye’de son yıllarda balık ihracatındaki artışla birlikte ülkemize gelen döviz girdisi azımsanmayacak kadar büyük bir oranda. İhracatın artması ile birlikte iç sulardan kafes balıkçılığı başta olmak üzere somon üretimi oldukça arttı.
Ancak bu artışların kontrolsüz olması dikkat çekici bir durum. Bu üretimleri yaparken çevreye karşı duyarlı olunması oldukça önemli bir konu. Ülkemizde çok fazla yetiştirilen somon çiftliklerinin başında Keban ve Karakaya Barajları geliyor. Bu bölgeler aynı zamanda turizm açısından da oldukça önemli bir bölgedir. Dağ keçileri, doğal güzellikleri ve kanyonları ile gezilip görmeye değer yerlerdir.
İşin garip kısmı ise bu bahsettiğim yerlerde çevre kirliliğinin hat safhada olmasıdır. Balık çiftliklerinden umursamazca atılan atıkları insan görünce, “Bu kadarda olmaz” diyor. Buralara gittiğinizde kendi gözlerinizle çevreye verilen zararı göreceksiniz. Bu durum ciddi bir çevre kirliliğinin de habercisidir.
“Japon oltası ve trivire” diye adlandırılan ağlar suda kalınca bir başka kirliliğe sebebiyet verirken canlı balıkların ölümüne neden olmakta. Yılın belirli dönemlerinden avlanma yapılmasına izin verilirken, kimi vurdumduymaz vatandaşlar yılın 12 ayı ağ ile balık avlıyor. Bu gibi vurdumduymazlara ne demeli? Burada üzerinde durmak istediğim iki ana konu var.
Bu konuların başında çevreye verilen zarar, bir diğeri ise balık katliamıdır. Bu konuda yetkililere çok görev düşüyor. Bu bahsettiğim bu üzücü durumların yaşanmaması için ilgili kurumların her zaman hazır vaziyette olması gerekiyor. Bahsettiğim Keban ve Karakaya Barajlarının bulunduğu alana ne zaman gitsem bir güvenlik birimine hiçbir şekilde rastlamamışımdır, taki geçen haftaya kadar.
Öncelikle balık çiftliklerinin atmış olduğu atıklar çok sıkı denetlenmeli, bu işletmelerin sahiplerine büyük miktarda cezalar verilmelidir. Yoksa bu çevre kirliliğinin önüne geçmek oldukça zor olacaktır. Bölgede sayıları hızla çoğalan botla avlanan amatör balıkçılara da gerekli cezai işlemler uygulanmalıdır. Barajlarda aşırı sürat yapan bu kişilerin aynı zamanda can yemeklerinin olduğunu sanmıyorum.
Yaklaşık 10 yıla yakın bir süredir bu bölgeye balık avlamak için gidiyorum. Balık tutmayı sevdiğimi dostlarımda çok iyi bilirler, kurallara uymak şartı ile balık tutmaktan büyük zevk alırım. Tek olta, tek iğne benim için vazgeçilmez kuralımdır. Aynı zamanda amatör olta balıkçılığı belgemde bulunmaktadır. Günümüzde bu belgeyi çok da önemseyen olmasa da yine de belge sahibiyim.
10 yıldır aynı bölgede balık tutarım, ilk defa denetim ekibine rastladım. Jandarma timleri kontrollerini yapıyordu. Ekipler bizim bulunduğumuz teknenin evraklarına baktılar bakmalarına ama can yeleklerimizi sormadılar. “Teknede can simidi ve can yeleği var mı, yok mu?” diye soranın olmaması da bizi şaşırttı. Bir de dikkatimi çeken bir diğer konuda bizleri denetlemeye gelen ekiplerde can yeleği var mıydı acaba? Ama ne olursa olsun yeni almış oldukları bot çok güzeldi.
Celil Kocataş