11 Kasım 2025 Salı
MASATLI: SAHİL GÜVENLİK KOMUTANLIĞI BİNASI BÖLGEYE GÜÇ KATACAK
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
Siyaset, Sosyal Medyada Değil Sahada Yapılır!
EKRANLARDAKİ TUZAK: GENÇLİĞİ HEDEF ALAN SENARYOLAR.!
Kirli siyaset ne mi?
“EKRANLARIN ARDINDA UNUTTUĞUMUZ BİR ŞEY VAR: DUYGULAR”
Yapay Zekânın (YZ) ve dijital asistanların hayatımıza kattığı en büyük konfor, şüphesiz bilişsel yükümüzü hafifletmek oldu. Eskiden saatler süren bilgi toplama, karar analizi ve planlama süreçleri şimdi birkaç saniyeye iniyor. Bir toplantı özetleniyor, e-postalar otomatik taslaklanıyor, en iyi rota hesaplanıyor. Fakat teknoloji artık sadece günlük yaşamımızı kolaylaştıran bir araç değil; düşünme biçimimizi, ilişki kurma şeklimizi ve duygularımızla olan temasımızı da dönüştüren bir güç haline geldi. Hesap yapabilen, bilgi toplayabilen sistemler bugün artık “bizi” anlamaya, duygularımızı çözümlemeye, hatta davranışlarımızı tahmin etmeye başladı. Peki bu durum, insana özgü en önemli becerilerden biri olan duygusal zekâmızı nasıl etkiliyor?
Duygusal zekâ, duygularımızı fark edebilme, onları yönetebilme, başkalarının duygularını anlayabilme ve sağlıklı ilişkiler kurabilme becerisidir. Bu beceri; empatiyle, yüz yüze iletişimle, göz temaslarıyla, ses tonundaki küçük değişimleri fark etmekle gelişir. Yani duygusal zekâ “yaşanarak” öğrenilir.
Ancak son yıllarda giderek daha fazla insan, bu deneyimi ekranlar üzerinden yaşamaya başladı.
Artık birine sevincimizi anlatmak için onunla buluşmuyor, bir emoji gönderiyoruz. Üzüntümüzü ifade etmek için gözyaşı dökmek yerine, “üzgünüm” yazmakla yetiniyoruz. Ve belki de en dikkat çekici olanı, duygularımızı anlamak için bile yapay zekâya danışıyoruz.
Bu durum, görünürde zaman kazandırıyor. Ama aslında duygularla aramıza görünmez bir mesafe koyuyor. Çünkü bir ekran, ne kadar akıllı olursa olsun, karşınızdaki insanın gözündeki ışıltıyı, sesindeki titremeyi, kalbindeki duyguyu taşıyamaz.
Duygusal zekâ, dijitalleşen dünyada en çok ihtiyaç duyduğumuz becerilerden biri. Çünkü bilgiye erişim hızlanıyor ama anlam verme becerimiz geriliyor. Bir cümleyi anlamak kolay ama o cümlenin arkasındaki duyguyu hissetmek zaman istiyor. Yapay zekâ ne kadar gelişirse gelişsin, bir çocuğun sarılmasının sıcaklığını, bir dostun bakışındaki güveni veya bir sevdiğinin sesindeki titremeyi hissedemez. İşte bu yüzden, teknolojinin içinde kaybolmadan, insan kalabilmenin yollarını aramalıyız.
Kendimize zaman zaman sormamız gereken soru şu: Yapay zekâ bizi daha “akıllı” yaparken, acaba bizi daha “duyarsız” mı yapıyor?
Ve belki de en önemlisi:
Biz hâlâ kendi duygularımızın farkında mıyız, yoksa onları da algoritmalara mı emanet ettik?
Bazı çocuklar yetimdir, bazı çocuklar ise kâğıt üzerinde “yetim” görünmezler ama kalben öyledirler.
Anne ya da babası hayatta olsa da, duygusal olarak yalnız bırakılmış, görünmeyen, duyulmayan çocuklardır onlar. Biz onlara “sosyal yetimler” diyoruz. Okula giderler, gülümserler, oyun oynarlar… Ama içlerinde kocaman bir eksiklik taşırlar. Sosyal yetimlik tam da bu noktada başlıyor: Sevginin, ilginin, aidiyetin eksikliğinde…
“Ka154 Birlikte Büyümek Projesi” işte tam da bu görünmeyen çocuklara ışık tutmak için yola çıktı.
Üç ayaktan oluşan bu geniş kapsamlı proje, yalnızca çocukları değil, onları çevreleyen toplumsal yapıyı, politikaları ve farkındalığı da odağına aldı.
Hatay, Ankara ve Çanakkale’de yürütülen bu süreçte, her şehir bizlere farklı bir pencere açtı.
Hatay’da, savaşın ve yoksulluğun içinden gelen çocukların hikâyeleriyle karşılaştık.
Yıkılmış evlerin ardında ayakta kalmaya çalışan küçük kalplerin sessiz gücünü gördük.
Ankara’da, kurumların ve politikaların çocuklara nasıl dokunduğunu, bazen nasıl ulaşamadığını analiz ettik. Nihayetinde, Çanakkale’de tüm bu deneyimleri bir araya getirip “ne yapabiliriz?” sorusuna yanıt aradık. Projemizin zirvesinde, yani Çanakkale etabında, Hatay ve Ankara’da elde edilen verileri değerlendirdik, analiz ettik.
Bu çıktılar ışığında, yetim ve sosyal yetim çocuklara nasıl daha iyi destek olunabileceğini tartıştık.
Atölyelere katıldık, fikir ürettik, bir arada düşündük. Son gün ise, elde ettiğimiz çıktılara dayalı olarak hazırladığımız eylem planlarını, Çanakkale İl Aile ve Sosyal Hizmet Müdürü Ali Bey’e sunduk ve bu anlamlı yolculuğu tamamladık.
Bu süreç bize bir kez daha gösterdi ki, bir çocuğun yalnızca fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak yeterli değil.
Bir çocuğun sesi duyulmadığında, duyguları görülmediğinde, o çocuk bir anlamda “sosyal olarak yetim” kalıyor.
O yüzden “Birlikte Büyümek” sadece bir proje değil, bir farkındalık hareketiydi.
Toplum olarak duymayı, görmeyi, anlamayı ve birlikte iyileşmeyi öğrenmemiz gerektiğini hatırlattı bize. Çünkü bizler ancak birlikte büyüdüğümüzde, birlikte iyileştiğimizde güçlü olabiliriz.
Belki her birimiz bir çocuğun hayatına dokunamayız; ama her birimiz farkında olarak bir toplumu değiştirebiliriz. Onu fark etmekle, anlamakla, onun için düşünmekle bile bir şeyler değişir.
Çünkü farkındalık, iyileşmenin ilk adımıdır.
Ergenlik dönemi, birçoğumuzun hafızasında karışık duygularla yer eder. Ne tam çocuk, ne tam yetişkin olabildiğimiz; anlaşılmadığımızı hissettiğimiz bir zaman dilimidir. Bugün ebeveynler de benzer bir yerden sesleniyor: “Çocuğum birden değişti, artık söz dinlemiyor.”
Oysa bu dönemdeki “asi tavırlar”, çoğu zaman bir başkaldırı değil, bir arayıştır: “Ben kimim?” sorusuna cevap arayışıdır.
Ergenlik, bireyin kimliğini oluşturduğu kritik bir dönemdir.
Psikolog Erik Erikson’a göre bu evrenin temel gelişim görevi “kimliğe karşı rol karmaşasıdır”.
Yani genç, “Ben kimim, neye inanıyorum, nasıl biri olmak istiyorum?” sorularına yanıt arar.
Bu yanıt arayışı çoğu zaman, ebeveynle çatışmalar, sınır denemeleri ve duygusal iniş çıkışlarla kendini gösterir. Çünkü genç, artık ebeveyninin gölgesinde kalmak değil, kendi sesini bulmak ister.
Burada ebeveynin tutumu belirleyici olur.
Sınır koymak önemlidir; ama bu sınır, baskı değil rehberlik taşımalıdır.
“Ben senin yanındayım ama senin yerini senin adına seçmem” diyebilmek, sağlıklı bir ebeveynlik yaklaşımıdır.
Çünkü ergenin kimlik inşası, kendi kararlarını deneyimleme fırsatıyla güçlenir.
Ergenin asi davranışları, bir tehdit değil, bir gelişim sinyalidir.
Bu davranışlar; özerklik, kimlik ve aidiyet duygusunun temellerini oluşturur.
Ebeveynlerin görevi, bu süreci sabırla ve anlayışla desteklemektir.
Her genç, sınırlarını zorlayarak büyür.
Ve bazen “karşı gelen” bir genç, aslında sadece “kendi yolunu çizmeye” çalışıyordur.
Unutmayalım ki asilik geçer, ama o dönemde hissedilen anlaşılmama duygusu iz bırakır.
Çevremden en sık duyduğum cümlelerden biri şudur:
“Hiçbir şey yapmadığım hâlde bile çok yorgunum.”
Bu cümle, çağımızın en yaygın duygusal gerçeklerinden birini anlatır aslında.
Modern hayat, bize sürekli daha hızlı olmamızı, daha çok üretmemizi, her an bir şeylerle meşgul olmamızı söylüyor. Yaşadığımız çağ bize “hızlı olan kazanır” mesajını öyle güçlü verdi ki; durmayı, beklemeyi, hatta sıkılmayı bile unuttuk. Çünkü “durmak” neredeyse bir kusur gibi görünmeye başladı.
Oysa bazen ilerlemenin en güçlü yolu, durabilmeyi öğrenmektir.
Zihnimiz gün boyu yüzlerce uyaranla doluyor: bildirimler, sorumluluklar, planlar, haberler…
Bedenimiz oturuyor olsa da zihnimiz hiç durmuyor.
İşte bu noktada devreye zihinsel detoks giriyor.
Zihinsel detoks, beynin sürekli tetikte olma hâlinden kısa bir mola almasıdır.
Düşünceleri susturmak değil, onlara biraz “alan” tanımaktır.
Yavaşlamak tembellik değildir; farkındalıktır.
Bir fincan kahvenin kokusunu fark etmek, yürürken rüzgârı hissetmek, bir konuşmada sadece dinlemek…
Bunların her biri zihni “şimdi ve burada”ya döndürür.
Farkındalık, tam olarak bu küçük anların içinde başlar.
Terapi sürecinde sıkça konuşuruz:
“Ne hissettiğini durup dinleyebiliyor musun?”
Çünkü zihin hızlandıkça duygular sessizleşir.
Hızlı yaşamak, duyguların sesini kısmak gibidir.
Oysa yavaşlamak, o sesi yeniden duymaktır.
Zihinsel detoks sadece ekranlardan uzak kalmak değildir; kendinle kalmaya izin vermektir.
Asıl detoks, “sürekli düşünme” hâlinden çıkmaktır. Her şeyi çözmeye, planlamaya, anlamlandırmaya çalıştıkça zihin dolup taşıyor.
Oysa bazı şeyler sadece “olur”. Bazı duygular sadece “yaşanır”. Bazı soruların hemen cevabı yoktur.
Yavaşlamak, kendimize yeniden alan açmaktır. Bir gün boyunca hiçbir şey üretmeden, sadece var olmanın da değerli olduğunu hatırlamaktır.
Ve belki de en önemlisi:
İyileşmenin hızda değil, sakinlikte başladığını kabul etmektir.
Bu hafta kendinize küçük bir alan açın.
Telefonunuzu kapatın, sessiz bir köşe bulun, sadece nefes alın.
Ne üretmek, ne düşünmek zorundasınız.
Sadece “var olun”.
Çünkü bazen iyileşme, hiçbir şey yapmadan da başlar.
Mevsim geçişleri sadece doğayı değil, ruh halimizi de etkiler.
Yazın enerjik, hareketli, dışa dönük hali yerini sonbaharın dinginliğine bırakırken; bedenimiz ve zihnimiz de bu değişime uyum sağlamaya çalışır. Aslında doğanın döngüsüyle bizim içsel döngümüz arasında görünmez bir bağ vardır.
Sonbaharda günler kısalır, güneş ışığı azalır. Bu durum sadece havayı değil, beynimizdeki kimyasal dengeleri de etkiler. Serotonin ve dopamin düzeylerindeki değişim, bazen motivasyon düşüklüğü, yorgunluk ya da duygusal dalgalanmalar olarak karşımıza çıkar. Özellikle bu dönemde “hiçbir şey yapasım yok” hissi sıkça duyulur.
Bu, zayıflık değil; doğanın ritmine verilen doğal bir yanıttır.
Birçok kişi bu dönemi hüzünle ilişkilendirir.
Oysa sonbahar bize yavaşlamayı, derin nefes almayı ve iç sesimizi duymayı hatırlatır.
Hızlı geçen günlerin ardından gelen bu durgunluk, aslında ruhsal bir dinlenme alanıdır.
Yazın koşuşturmacasından çıkıp yeniden kendimizi duymak için bir fırsattır.
Bu süreçte doğanın içindeki değişime tanıklık etmek — sararan yaprakları izlemek, gün batımına birkaç dakika fazla bakmak, biraz sessizlikte kalmak — psikolojik olarak da dengeleyici etki yaratır. Çünkü insan zihni, doğanın ritmiyle uyumlu olduğunda kendini daha bütün hisseder.
Sonbahar, bizden bir şeyleri bırakmamızı ister:
Fazla yükleri, hızla tüketilen zamanı, bazen de kendimize yönelmekten alıkoyan koşuşturmayı.
Bırakmak, kaybetmek değildir; yeniden yer açmaktır.
Tıpkı doğanın yeni döngüsüne hazırlanması gibi, biz de kendi iç dünyamızı kışa, dinginliğe ve yenilenmeye hazırlamış oluruz.
Sonbaharı hüzünle değil, farkındalıkla karşılamak ruhsal dayanıklılığımızı güçlendirir.
Her yaprak dökümü, bir iç sessizliğe davet gibidir.
Ve belki de o sessizlikte, en çok kendimizi duyarız.