BİR KİTAP, BİR DEPREM, BİR ANI: BİR KİTAPLA GELEN YÜZLEŞME 

6 Şubat Kahramanmaraş depreminin ardından insanlar çadır ve konteyner kent gibi geçici barınma alanlarına yerleştirildi. Ben de Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının geçici barınma alanlarında kurduğu psikososyal destek çadırlarında görev alıyordum.

Bir gün görevli olduğum çadırda düzenleme yaparken açtığım bir kolinin içinde eski bir kitap gördüm. Kitap, Rus yazar V. G. Belinski’ye ait bir eleştiri kitabıydı. Elime aldığımda önce garipsedim. Ardından zihnimde tam anlayamadığım, bir türlü birleştiremediğim bölük pörçük kareler belirdi. Anımsayamıyordum.

“Allah Allah,” diye söylendim kendi kendime. Kitapla aramda bir bağ var gibiydi ama ne olduğunu bilmiyordum. Kitabı bir kenara bırakıp işime devam ettim. Fakat aklım hep o kitaba gidiyor, dönüp dönüp bakıyordum. Beni ona çeken bir şey vardı; ama adını koyamıyordum.

“İşim bitsin, sonra bakarım,” dedim.

Nihayet işim bitti. Garip bir his ve anlamlandıramadığım bir merakla kitabı elime aldım. Önce ön ve arka kapaklarını inceledim. Kitapta bir şey aradığımı fark ettim ama ne aradığımı bilmiyordum. Yayınevi, çevirmen, yazar, içindekiler derken fark etmeden okumaya başlamışım. Ne kadar süre geçtiğini bilmiyorum.

Kitabın “Gogol’a Mektup” bölümünün 121. sayfasında okuduğum ilk paragraftan sonra zihnimdeki o bölük pörçük kareler bir anda birleşti.

Meğer yıllar önce bu kitapla ilgili travmatik bir anım varmış.

O an içimde derin bir burukluk belirdi. Göğsümde bir ağrı hissettim. Bir an nefes almayı unuttum. Gözlerim doldu. Kızgınlık, öfke ve cevabını bulamadığım sorularla baş başa kaldım.

Hatırladığım şey tek bir an değildi. Ortaokul 1. sınıfta, sınıf rehber öğretmenimle geçen ve her etütte tekrar eden bir şiddet süreciydi.

Yatılı olarak başlamıştım ortaokula. Akşam yemeğinden önce bir saat zorunlu etüt olurdu. Etüt bitince sınıflar sırayla yemekhaneye alınırdı. Derslerin başladığı ilk hafta sınıf öğretmenimiz sınıfa geldi. Kendini tanıttı; sınıf, yemekhane ve yatakhane kurallarını sert ve katı bir dille anlattı ve çıktı. O andan itibaren ondan korkmaya başladım. Adı geçince bile içim ürperirdi.

Ben heceleyerek okurdum. Birçok kelimeyi doğru telaffuz edemezdim. Sınıf dolabında dünya klasiklerinden birçok kitap vardı ama dokunmaya cesaret edemezdim.

Bir akşam etüt sırasında herkes sırasında otururken ben ayakta, dolabın camından kitaplara bakıyordum. Bir anda öğretmen içeri girdi. Bağırarak, küfür ederek üzerime geldi. Yakamdan tutup defalarca tokat attı. Korkudan sesimi çıkaramadım.

“Sen kitap mı okuyacaksın? Çok mu istiyorsun kitap okumayı?” diye bağırdı.

Beni dolaba doğru fırlattı. Yere düştüm. Ardından, “Bir kitap al, getir; oku bakalım,” dedi.

Tepki veremeyince tekmeledi. Sonra yakamdan tutup sıraya doğru fırlattı. Sıraya çarpıp tekrar yere düştüm. Dolaptan bir kitap aldı, sıraya sertçe koydu.

“Kalk! Oku bakalım. Yüksek sesle. Herkes duyacak.”

Canım çok yanıyordu. Gözlerimden yaşlar akıyordu ama daha fazla dövülmemek için ses çıkarmıyordum. Titreye titreye kalktım. Kitabı açtım, kekeleyerek okumaya başladım. Her yanlışımda kafama vuruyor, küfürler ediyordu. Sınıfta çıt çıkmıyordu.

Yemek ziline kadar sürdü.

Zil çalınca, “Nerede kaldığını unutma. Bu kitabı bitirene kadar sana okutacağım,” dedi.

Ve dediğini yaptı.

Her etütte kafama, yüzüme vura vura; kulaklarımdan çekerek bana bu kitabı okuttu. Ben ise yediğim dayaktan, mideme giren kramplardan, arkadaşlarımdan utandığımdan dolayı akşam yemeklerini yiyemez oldum.

Evet.

Yardım kolileri arasında bulduğum kitap, Belinski’nin o kitabıydı.

Yaşadığım olayları kolay kolay unutmam. Ama bu anıyı ne zaman, neden unuttuğumu bilmiyorum. Kitaba baktıkça üzülüyorum. Kaldığım yerden devam edemiyorum.

Kendi kendime sorup duruyorum:

Ben neden üzülüyorum?