PAZARTESİ DİYETİ (YEMİNLE BU KEZ GERÇEKTEN!)
Pazartesi sabahı.
Yine başladık.
Yeni bir ben, yeni bir hayat, yeni bir diyet.
Limonlu su hazırlanıyor, tartı göz ucuyla selamlanıyor, ruh hâli detoksta.
İlk lokmayı yemeden önce bile iç ses bağırıyor:
“Bu kez tamam! Bu kez gerçekten başlıyorum!”
Ve sonra hayat, o meşhur cümleyi fısıldıyor:
“Bir lokma ye, bir şey olmaz.”
O “bir lokma” var ya, işte o bütün düzeni bozan şeydir.
Bir lokma derken iki dilim olur, iki dilim derken “tatlı moral olsun” bahanesiyle tepsi biter.
İrade dediğin şey zaten ilk çatalda buharlaşıyor.
Diyetisyenin listesi ilk bakışta NASA planı gibidir:
Sabah şu kadar, öğlen bu kadar, akşam bir porsiyon protein.
Ama iş uygulamaya gelince ölçüler kendi kendine evrim geçirir.
Bir köfte denmişse üç bölmeye paylaştıran da vardır — çünkü “denge önemli!”
Bir kaşık yoğurt yazsa da, üç kaşık koyup “yağsız zaten” diye kendini kandıran çoktur.
İnsanın iç sesi, en tehlikeli diyet bozucusudur…
En güzeli “ölçü tabağı.”
O bölmeli tabak yok mu…
Bir bölmede köfte, diğerinde haşlanmış sebze, köşede de bir kaşık yoğurt…
Yani tabağın yarısı sabır, diğer yarısı hayal kırıklığı.İlk gün tam ölçüyle dolduruyorsun.
İkinci gün sebze bölümüne yanlışlıkla ikinci bir köfte kayıyor.
Üçüncü gün “renk dengesi önemli” deyip bütün bölmeleri etle eşitliyorsun.
Sonra da aynaya bakıp diyorsun:
“Ne güzel dengeli beslendim.”
Spor kısmı da tam bir dizi senaryosu.
İlk bölümde umut, ikinci bölümde kas ağrısı, üçüncü bölümde trajedi.
Birinci gün: “Kendime yatırım yapıyorum.”
İkinci gün: “Bu kadar ağrı normal mi?”
Üçüncü gün: “Vücudu dinlendirmek gerek.”
Dördüncü gün: “Pazartesi kesin başlıyorum.”
Ve o pazartesi, her zaman gelecek haftanın pazartesisi oluyor.
Spor salonuna kayıt yaptırmak, vicdanı rahatlatmanın en pahalı yolu.
Karta her baktığında içinden bir ses “Ben aslında sporcuyum” diyor.
Gitmiyorsun ama gitme fikri bile moral veriyor.
Bir de o salon aynaları var ya, insanı zayıf değil, pişman gösteriyor.
Diyet yapan biri sofrada asla yalnız bırakılmaz.
Mutlaka birileri başlar: “Bugünlük ara ver, bir tabaktan bir şey olmaz.”
O cümle öyle içten, öyle dostça söylenir ki, reddetmek neredeyse kabalık sayılır.
Masadaki herkes bir anda diyet uzmanına dönüşür;
biri “zaten çok zayıfladın” der, diğeri “protein bu, sayılmaz.”
Ve sonunda tabak gelir önüne:
“Ye şunu, ziyan olmasın.”
Sanki kaloriler, yenmeyince kırılıyormuş gibi.
Tatlılar zaten sinsidir.
Masada durur, göz göze gelmezsiniz.
Ama o koku… o davet… kalbin tam ortasına dokunur.
Tatlıya direnmek, bitmiş bir ilişkiyi unutmaya çalışmaya benzer:
Akıl “yeme” der, kalp ise hâlâ umutla fısıldar: “Belki bu sefer pişman olmazsın.” Kaşığı eline aldığında bir umut, yerken bir pişmanlık, bittikten sonra da klasik final gelir:
“Bir daha asla.”
Ta ki bir sonraki buluşmaya kadar.Bir de o bahaneler:
“Bugün çok koşturdum, hakkım bu tatlı.”
“Bir dilimle kilo alınmaz.”
“Zaten metabolizmam hızlı.”
Yalan. Hepsi yalan.
Ama güzel yalanlar, insanın moralini düzeltir.
Sonra tartıya çıkarsın.
O acı gerçek.
İğne oynamaz.
Sen bir gram bile eksilmemişsindir ama gururla söylersin:
“Kas yapmışımdır o kesin.”
Tartının suçu yoktur ama biz yine ona küseriz.
Aslında diyet yapmakla ilişkimiz, kısa süreli bir yaz aşkı gibidir.
Hızlı başlar, umutla sürer, sonra yavaşça dağılır.
Ve sonunda hep aynı cümleyle biter:
“Ben kendimi böyle de seviyorum.”
Ama her pazartesi, yeniden başlarız.
Yeni liste, yeni motivasyon, yeni ben.
Bu sefer başka olacak.
Yeminle.
Şimdi izin verin,
ben kahvemi koyayım.
Şekersiz.
Kendime moral olsun diye.
Sevgilerimle,
Nurgül Bekar
X.com//@nurbekar