TAHT DEĞİL, DEĞER!
Bir çoban, dağın yamacında kavalla koyunlarını güdüyorsa kraldır; çünkü doğanın ritmine kendini uydurmuş, emeğiyle ahenk kurmuştur. Sabahın ilk ışığında sokakları süpüren bir çöpçü, topladığı her çöp ile şehre nefes aldırıyorsa o da kraldır; çünkü görünmeyeni görünür kılar, hayatın yükünü sessizce taşır. Ama bir profesör yalnızca unvanını parlatıp bilgiyi topluma aktaramıyorsa, öğrencisinin eline bir meşale veremiyorsa, kocaman bir başlığın içinde küçücük bir boşluk olarak kalır. Gerçek krallık, tahta oturmaktan değil; hayata değer katmaktan doğar. Unutmayalım: İnsanın büyüklüğü unvanıyla değil, dokunduğu hayatlarla ölçülür.
Bugün toplumca büyük bir yanılgının eşiğindeyiz. Değeri vitrinde arıyoruz. Ceplerimizde binlerce liralık telefonlar var, ama fotoğrafın “altın oranı”nı bilmeden sadece tuşa basıyoruz. Sosyal medya, aynı açıdan çekilmiş, amaçsız selfielerle dolup taşıyor. Bir takipçi daha gelsin diye paylaşılan kareler, aslında hayatın özünü silikleştiriyor. Fotoğraf çekiyoruz ama hayatı göremiyoruz. Oysa estetik yalnız göze hoş gelen bir süs değil; zihnin terbiyesidir. Bir kareyi anlamlı kılan, cihazın megapikselleri değil, bakışın derinliğidir. Bakışımız yoksa, elimizdeki teknoloji yalnızca parlayan bir oyuncaktan ibarettir.
Eğitim hâlâ yalnızca öğretmenlerin sırtına yükleniyor. Oysa çocuğun ilk atölyesi evdir. Bir fırça, bir blok flüt, bir sahne ışığı… Bunlar sadece hobi değil; ruhun frekansını ayarlayan inceliklerdir. Resim yapan çocuk sabrı öğrenir, müzikle tanışan genç duygusunu taşırmadan ifade etmeyi, tiyatroya adım atan empatiyi. Sanat, bilgiyi insan kılar. Sınav kağıtlarındaki notlar yarına kadar geçerlidir, ama estetik terbiyesi ömür boyu sürer. Çocuğumuzun defterindeki not kadar, elindeki fırçaya ve kulağındaki ezgiye de değer vermeliyiz. Çünkü bir toplum, çocuklarını sanattan mahrum bırakıyorsa, geleceğini kendi elleriyle kuraklaştırıyordur.
Mutfaklarımız da toplum bilincinin aynasıdır. Market raflarında üç yıl bozulmayan yiyecekleri sepete atıyoruz. “Pratik” diyoruz ama farkında olmadan ömrümüzden eksiltiyoruz. Hormonlu tavukları çocuklarımıza gönül rahatlığıyla yediriyoruz; sonra ergenlik çağındaki dengesizliklere şaşırıyoruz. Oysa soframız bir aynadır; ne koyarsak yüzümüze o yansır. Sağlıklı toplum, mutfakta başlar. Etiket okumayı bilmeyen, mevsiminde sebze-meyve yemeyen, paylaşmanın tadını unutmuş bir toplum, geleceğini raf ömrü uzun yiyeceklerin kısalttığı ömürlere terk eder.
Teknolojiye gelince… 5G’nin hızını konuşuyoruz ama hayatın frekansını duyamıyoruz. Bildirimlerin titreşimi kalbimizin ritmini bozuyor; zihin, sürekli uyarı sesleriyle yoruluyor. Teknoloji hayatımızı elimizden sessizce alıyor ve biz bunun farkına bile varmıyoruz. Kimse kitap okumuyor, sohbet etmiyor; hayatımızı telefonların içine yerleştirdiler. Oysa okumak, öğrenmek ve paylaşmak bir kültürdür. Cihazların hızını artırırken, ruhumuzun ayarını kaybetmeyelim. Günde on dakikalık bir sessizlik, bir sayfa kitap, bir parça müzik… Bunlar geri kalmak değil; kendine yetişmektir.
Sosyal medya çağındayız. Çağdaş olmak ekranın önünde eskimek değildir. Zaman geri gelmeyen tek sermaye. Başkalarının hayatını izleyerek geçirilen saatler, aslında kendi hayatımızdan eksilen sayfalardır. Bir paylaşım daha, bir bildirim daha derken gün bitiyor, ama içimizde üretmenin sevinci eksik kalıyor. Takipçi çoğaltmak yerine değer çoğaltmayı deneyelim. Mahallede bir çocuğu kütüphaneye götürelim, bir genci atölyeye yazdıralım, bir sokak başına fidan dikelim. Küçük görünen bu işler, hayatın altın oranıdır.
Unvan, meslek, makam… Hepsi değerlidir, ama yalnızca insana dokunduğu kadar. Profesör bilgiyi sokağa indirebildiğinde, esnaf terazisine merhamet koyduğunda, işçi emeğine onur eklediğinde, anne çocuğuna sanatın kapısını araladığında değer kazanır. Krallık taçla değil, katkıyla ölçülür. Çoban kavalla koyun güdüyorsa kraldır; çöpçü topladığı her çöp ile şehre nefes veriyorsa kraldır. Önce adam olmak dediğimiz şey tam da budur: Kendini yetiştirip başkasının hayatına ışık taşıyabilmek.
Ve aynaya sorulacak soru nettir: “Benden sonra ne kalacak?” Boy boy, amaçsız selfieler mi? Raf ömrü uzun ama ruh ömrü kısa yiyecekler mi? Yoksa sanatla büyüyen çocuklar, bilinçle yaşayan gençler, emeğiyle doğaya katkı sağlayan insanlar mı? İşte seçim burada gizlidir. Ya zamanı öldürenlerden olacağız ya da ona değer katanlardan.
Unutmayalım: Taht değil, değer gerek. Çünkü gerçek krallık, hayatın bir yerinde bir başkasının nefesini genişletebilmektir.
Sevgilerimle,
Nurgül BEKAR
X.com//@nurbekar