18 Kasım 2025 Salı
KIRIKHAN’DA SÜREKLİ ARIZA YAPAN 25 YILLIK SU HATTI YENİLENDİ
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
GÖRÜNENİN ARDINDAKİ GERÇEKLER
DEĞERLER EROZYON: MODERN ZAMANLARIN SESSİZ ÇÖKÜŞÜ..!
Kirli siyaset ne mi?
GÖRÜNMEYEN YARALAR: ÇOCUKLARIN DUYGUSAL İHMALİ
Nasıl bir ülkede yaşar olduk?
Futbolcusu bahis oynar, hakemi bahis oynar, yöneticisi bahis oynar… Kısacası sistem topyekun maç satar hale gelmiş. 1024 futbolcu bahis oynadığı için inceleme altında. Türkiye liglerinde toplam 3 bin 700 futbolcu olduğu düşünülürse, neredeyse her üç oyuncudan biri bu skandalın içinde.
Peki sonuç?
Soruşturma deniyor ama verilen cezalar adeta ödül gibi. Bu işin ucundan tutanı, yakından uzaktan karışanı net şekilde futboldan menedeceksin; kariyeri bitecek. Aksi halde milyonlarca insanın güvenini sarsar, tek eğlence kaynağı olan futboldan soğutursun.
Ama yok…
“Soruşturma yapıyoruz, cezalandırıyoruz” gibi sözlerle bu konular anlatılıyor.
Peki bu bahis skandalının perde arkası yok mu? Siyasi ayağına da bakmak lazım.
Güzel memleketimde bu yılın sadece ilk dokuz ayında 1 milyon 661 bin kişi borcunu ödeyemediği için bankalar tarafından takibe alınmış.
Yetmedi… İcra dairelerine tam 9 milyon yeni dosya gelmiş.
Ekonominin vatandaşa yansıyan acı fotoğrafı bu: İnsanlar bankalara, icraya, faize esir.
Hala akıllanmadık mı?
Deprem bölgesindeki konteynerlerin başka ülkelere gönderileceği söyleniyor.
İyi de uzmanlar bağırıyor:
“Marmara’da büyük deprem bekleniyor!”
Neden o bölgeye gönderilip hazırlık yapılmaz?
Bu sorunun yanıtı yok…
Diğer yandan Dünya Bankası, İstanbul’un olası depremde güçlendirilmesi için 650 milyon dolarlık finansmanı onayladı. Yani dünya İstanbul için harekete geçiyor, biz ise hala günü kurtarma hesabındayız.
Kazamı, suikast mı, ihmali mi?
Azerbaycan’dan havalanan kargo uçağı düştü, 20 eğitimli subay şehit oldu.
İster istemez aklıma Isparta uçağı geliyor…
Orada da uzman isimler vardı.
Bu ülkede ne zaman bir uçak düşse, trafik kazası olsa, yüksekten düşme yaşansa, intihar haberi gelse… Kaybedilen hep uzmanlar, mühendisler, subaylar, bilim insanları oluyor.
İnsan düşünmeden edemiyor:
Aklımızda deli sorular yoksa, başka bir şey mi var?
Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz.
Ne yiyoruz bunu da sorgulamak lazım.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın son denetimlerinde taklit–tağşiş ürün sayısında ciddi bir artış görüldü.
Artık marketlerden alışveriş yapmaya korkar hale geldik.
Cezalar caydırıcı olmadıkça daha çok sağlığımıza oynarlar.
Bu kadar basit.
Üstüne bir de Ticaret Bakanlığı, 19 il ve 45 ilçedeki tüketici hakem heyetlerini kapatıyor.
Aldığınız ayıplı malı kime şikayet edeceksiniz?
Edemeyeceksiniz.
Vatandaş yine mağdur…
Bu konuda nasıl önlem alınacak, gerçekten merak ediyoruz.
Bugünkü köşem, memleketten derlediğim manzaraların kısa bir özeti…
İyi seyirler değil, “ibretle izlenmesi gereken bir tablo” diyelim.
Celil Kocataş
Milletvekillerinin son dönemdeki fotoğraf merakını bir türlü anlayabilmiş değilim. Eskiden insanlar, ünlü birini görünce onunla fotoğraf çektirmek isterdi. Şimdi ise tam tersi bir durum var: Vekiller, vatandaşlarla fotoğraf çektirme yarışına girmiş durumda.
Sosyal medya adeta bir albüme dönmüş; “Şu beni ziyaret etti, bu beni ziyaret etti” paylaşımlarıyla dolup taşıyor. Neredeyse “bugün şu kadar kişiyle fotoğraf çektirdim” diye istatistik paylaşacaklar. Sanki seçim değil, hatıra defteri yarışına girmiş gibiler.
Oysa önemli olan bu fotoğraflar değil, yapılan hizmettir. Bir ilin sorununa çözüm bulmuş musunuz, vatandaşın derdine derman olabilmiş misiniz, mesele budur. Garip bir durum daha var. Herhangi bir kurum bir adım atsa, tüm milletvekilleri aynı konuyu kendi başarısıymış gibi paylaşmaya başlıyor. Bir ile doktor atanıyor, tüm vekiller sırayla “emeği geçenlere teşekkür ederiz” paylaşıyor.
Oysa bu, Sağlık Bakanlığı’nın rutin ataması… Bunun nesi özel bir başarı? Gerçekten sizin girişiminizle yapılan bir iyileştirme, bir yatırım, bir hizmet varsa elbette paylaşın; gururla alkışlayalım. Ama rutin işler üzerinden alkış toplamaya çalışmak, siyasetin itibarını zedeliyor.
Unutmayalım bu ülkede “vekil”, asıldan daha kıymetli hale gelirse sonuç kaçınılmaz olur.
Seçim dönemlerinde elinizi sıkmak için yarışanlar, seçimden sonra elinize bile bakmaz hale gelir. Son günlerde ortalık yine hareketli…
Sahaya inen inene. Seçim ufukta göründü anlaşılan. Ama bu kez dikkatli olun sevgili vatandaşlar; elinizi sıkanlara değil, hizmet edenlere bakın. Unutmayın, siyaset fotoğrafta değil, icraatta güzeldir. Eskiden liderler böyle miydi?
Turgut Özal halkın içindeydi, protokol değil, gönül köprüsü kurardı. Bir sanayiciyle konuşur, sonra köy kahvesine oturur, vatandaşın çayını içerdi. Necmettin Erbakan sahaya indiğinde, kimse onun önüne kırmızı halı sermedi. O, halkın arasında yürür, dinler, not alır, çözüm üretirdi.
Merhum M. Bedri İncetahtacı, makam koltuğundan çok esnafın dükkanında görülürdü. Merhum Necmettin Cevheri, halkın içine girdiğinde etrafında koruma değil, dost halkası olurdu. Bu insanlar “fotoğraf çekelim” diye değil, “dert dinleyelim” diye giderdi memleketine. O yüzden isimleri hâlâ saygıyla anılıyor.
Celal Doğan, Gaziantep’te makam koltuğunda değil, halkın sofrasında yer bulan bir isimdi. Sokakta yürürken selam vermediği, derdini dinlemediği bir vatandaş neredeyse yoktu. Gaziantep’in taşında, toprağında, emeğinde Celal Doğan’ın halkla kurduğu gönül bağı hissedilir.
Halkın içinde yaşayan, halkın diliyle konuşan bir siyasetçiydi; bu yüzden gönüllerde yer etti. Gaziantepli onu bir belediye başkanından öte, mahallesinden bir komşu, dost bir abi olarak görürdü. Celal Doğan, protokolün değil, pazar yerinin, sanayi sitesinin, işçinin ve esnafın insanıydı.
Ve elbette merhum Mahmut Bozkurt. Siyaseti koltukta değil, halkın içinde yaptı. Gösterişe değil, söze; reklama değil, adalete ve samimiyete inanmış bir isimdi. Bu insanların ortak noktası, fotoğraf değil, güven bırakmalarıydı. Bugünse siyaset, fotoğraf karelerine sıkışmış durumda.
Sahaya inmek el sıkmak değil; dert dinlemek, çözüm üretmektir.
Bugünse vekillerin halkla buluşması ancak selfielerle mümkün! Bu ülkede vekil, asıldan daha kıymetli hale geldi. Seçimden önce elini sıkmak için sıraya girenler, seçimden sonra o eli unutur oldu. Halkın derdi değil, takipçi sayısı yarışıyor artık.
Ama bilesiniz, milletin hafızası sosyal medya kadar kısa değil. Seçim yaklaşıyor… Sahaya inen inene. El sıkmak kolay, gönül kazanmak zor. Bu millet artık poz veren vekili değil, halkın derdiyle dertlenen vekil görmek istiyor. Fotoğrafla siyaset yapılmaz.
Depremin üzerinden kaç yıl geçti, artık saymıyoruz… Zira her saydığımız gün, moralimiz biraz daha bozuluyor. Hala konteynerlerde yaşam mücadelesi veren yüz binlerce insan var. Yıkılmış şehirler, yıkılmayı bekleyen on binlerce konut, mahkemelerde biriken binlerce itiraz dilekçesi ve açılan davalar…
Ama yıkılan binalardan, çöken hayatlardan sorumlu olanlar ise yok denecek kadar az. Kaç belediye başkanı hakkında dava açıldı? Kaç fen işleri müdürü, kaç mimar, kaç mühendis, kaç müteahhit hesap verdi? Kimse bilmiyor. Çünkü neredeyse hiç yok. Bir avuç şikayet, birkaç devam eden dava ve geriye kalan büyük bir sessizlik…
Oysa binlerce insanın ölümüne neden olan ihmal zincirinin halkaları hala kırılmadı. Depreme dayanıklı sloganlarıyla boy boy ilanlar veren müteahhitler, yıkılan evlerin sahipleriyle göz göze gelemiyor artık. Peki belediyelere, bu binalara izin veren kurumlara kim hesap soruyor?
Sorulmadığı için tarih tekerrür ediyor. Gerçeklerle yüzleşmek istiyorsak, önce bulunduğumuz yerden çıkıp çevremize bakmamız yeterli. Yapılan yeni şehir planlamalarına bakınca, geçmişteki Sovyet rejiminin tek tip binalarını andıran görüntülerle karşılaşıyoruz. Aynı renkler, aynı biçimler, dar sokaklar, küçük balkonlar, birbirinin kopyası yapılar…
Estetikten uzak, ruhsuz bir beton yığını haline gelen şehirler… İnsanca yaşam alanları inşa etmek bu kadar mı zordu? Depremin ardından yeniden inşa edilen şehirler, daha modern, daha güvenli ve daha yaşanabilir olabilirdi. Ama görünen o ki, hız uğruna kalite yine geri plana itildi.
Bir başka sorun da “kentsel dönüşüm” karmaşası… Aslında bu meselenin kokusu daha yeni yeni çıkmaya başladı. Yarım kalan projeler, ortadan kaybolan müteahhitler, yıllardır teslim edilmeyen daireler… Bunların hepsi önümüzdeki dönemde büyük mağduriyetlere yol açacak.
Depremi unutarak, yaralar sarılmadan, sorumlular hesap vermeden atılan her adım; gelecekte yeni felaketlerin kapısını aralar. Biz saymaktan vazgeçtik belki ama acının, ihmallerin ve vurdumduymazlığın hesabını birileri mutlaka sayacak.
Deprem sonrası insanların psikolojisi hala tam anlamıyla düzelmiş değil; yaşanan travmalar, kayıplar ve belirsizlik duygusu birçok kişide derin izler bırakmaya devam ediyor. Depremin üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen insanların ruh hali hala sarsılmış durumda; korku, kaygı ve belirsizlik pek çok kişinin hayatının bir parçası haline geldi.
Celil Kocataş
Gazeteci olarak vatandaşların en çok serzenişte bulunduğu bir konuyu köşeme taşımayı düşündüm. Bir sorudur dönüp dolaşıp geliyor: “Başkan niye gelmedi?” Sokakta, kahvede, market kuyruğunda herkes aynı şeyi soruyor. Sorunun özü basit ama yanıtlar karışık; vatandaşın merakıyla yönetenin mesaisi arasındaki görünmez duvarı işaret ediyor.
“Gelmesin ya.” diyenler de var, “Gelmesin, otursun makamında, proje üretsin.” diyenler de. Haklılık payı her iki görüşte de var. Bir yandan işini masasında, bürokrasiyle yapan yöneticiler olmalı; diğer yandan halkın, gündelik hayatın nabzını tutan, sokakta yüz yüze konuşabilen bir temsilci de bekliyoruz.
Şehirde bir başkan düşünün: etrafında danışmanı, müdürü, şefi, halkla ilişkiler birimi var. Hepsi bir organizasyonun parçaları. Peki bu ekip ne iş yapıyor? Vatandaş soruyor: “Onlar ne görüyor, hangi raporu kime sunuyor, hangi adımı atıyor?” Eğer herkes görevini yapıyorsa; eğer raporlar hazırlanıyor, geri dönüşler yapılıyor, projeler sahaya iniyorsa; o zaman neden halk halen “Başkan niye gelmedi?” diye soruyor?
Gezen başkan mı, çalışan başkan mı? Bu ikisi aynı zamanda var olabilir. Gezip dert dinleyen, mahalleyle saatler geçiren başkan; ama aynı zamanda masasında projeler üreten, yöneten başkan da olmak zorunda. Sorun, bu iki yönün birbiriyle uyumlu olmaması. Saha gözlemi ile bürokratik işlerin birbirine bağlanmadığı bir yönetimde, halkta “görülmeme” hissi doğar.
“Yok diyorsanız, başkan gelsin. Gelsin o zaman.” diyen vatandaşın talebi basit: görünürlük ve hesap verilebilirlik. Sadece selam verip geçmek de değil; sorunları yerinde görmek, not almak, somut adımlar vaat etmek ve takip etmek istiyor insanlar. “Onlar geçecek, onlar görecek, raporu ilgili birime sunup başkana iletecek” denildiğinde vatandaş bunun nerede karşılığını bekleyeceğini bilmek istiyor.
Halkla ilişkiler birimi, danışmanlar, şefler var diye işler kendiliğinden yürümez. Bu yapıların işi, halkın sesiyle yönetimin planlarını birleştirmek: sahadaki şikâyeti alıp, çözüm önerisiyle birlikte somut bir takvime bağlamak ve netçe duyurmak. Yoksa “rapor sunduk” denilen noktada vatandaş hâlâ “Başkan niye gelmedi?” diye sorar.
Ve bir gerçek daha var: Boş vaatler, sadece ağızdan çıkan sözler, şehirde dolaşan ama işi bir türlü hayata geçiremeyen başkanlar gördük. Bu yüzden insanlar bazen “gelmesin” diyor. Çünkü gezip fotoğraf vermekten öte bir işe yaramayan bir görünürlük istemiyorlar. Gerçek katılım, gerçek çözümler istiyorlar.
O halde çözüm ne? İki basit beklenti:
Şeffaflık ve hesap verilebilirlik: Yapılan saha ziyaretlerinin, alınan notların, oluşturulan raporların ve atılan adımların halka duyurulması. Vatandaş, “ne yapıldıyı” görebilmeli.
Sade ve etkili iletişim: Halkla ilişkiler birimleri sadece bildiri yollayan değil; geri bildirim toplayan, takibini yapan, sonuçları paylaşan bir işlev üstlenmeli.
Sonuç olarak; ya gelmesin dediğimiz başkan, makamında oturup somut işler üretmeli; ya da gelmesi beklenen başkan çıksın, bizzat görsün, not alsın, geri bildirim versin. Her iki durumda da vatandaşın temel isteği aynı: söylenenin arkasında somut iş ve görünür sorumluluk olsun.
Vatandaş da hâlâ soruyor: “Başkan niye gelmedi?” Cevap basit olmalı “gelmedi” gerekçesiyle beraber söylenmeli; gelmişse yapılanlar açıkça paylaşılmalı. Şehir, gizli ajandalarla değil, açık diyalogla yönetildiğinde bu soru kendi cevabını bulur. Oturun halinize şükredip beklemek de bir seçenek; ama hesap sorabilen, talep edebilen bir toplum olmayı seçersek, sorular cevapsız kalmaz.
Celil Kocataş
Adıyaman’da özel bir kanalda TV programları yaptığım 2004-2012 yılları arasında intihar vakalarını defalarca gündeme getirmiştim. O dönemde yaptığım TV programından sonra sosyal hizmetler uzmanları Adıyaman’a gelmiş ve aylarca konu üzerinde çalışma yapmışlardı. Bir dönem azalmış olan intihar vakaları son zamanlarda tekrar artış göstermiş durumda.
Genç yaşta insanların hayatını kaybetmesi çok üzücü bir durum. Son günlerde artarda gelen intihar haberleri acaba yetkilileri harekete geçirdi mi? Bu soruyu yetkililere sormak gerekir. Her boyutta incelenmesi gereken bu konuda ekonomik ve sosyal anlamda geniş bir alan çalışması yapılması gerekir. İntihara teşebbüs yaşının 12’lere düşmüş olması oldukça düşündürücü bir durum.
Adıyaman’da son bir hafta içinde 4 intihar vakası yaşanınca bütün dikkatler Adıyaman’a çevrildi. Yapılan araştırmalarda geçmiş dönemlerde Batman’da intihar vakalarında artış yaşanmış, daha sonrasında uzmanlar ve yetkililer tarafından yapılan çalışmalarda bu ilde intihar vaka sayısı düşmüştü.
Toplumunda derin üzüntüler bırakan intihar vakalarında uzmanların yaptığı açıklamalar oldukça önemlidir.
Uzmanlar yaptığı açıklamada şu ifadelere yer veriyor; “İntihar davranışına yatkınlıkta, yaş, cinsiyet, psikiyatrik hastalıklar, ailesel ve genetik faktörler, fiziksel hastalıklar, çocukluk dönemi yaşantıları, psikososyal destek sistemleri, olumsuz bilişsel yapılanmalar, ölümcül silahlara ulaşılabilirlik gibi çok çeşitli risk faktörleri rol oynamaktadır.
Deprem sadece jeolojik bir olay değil, sosyolojik ve psikolojik boyutu olan bir afet. Zira insanları ve toplumları sosyal, ekonomik, kültürel açıdan olumsuz etkiliyor. Depremzedelerde travma sonrası stres bozukluğu depresyon ve çaresizlik hissediliyor. Doğal afetler sonrası intiharın arkasındaki etkenlerden ilki doğrudan afetlerle ilgili yaşanan psikolojik travma ve strestir.
Doğal bir afetin travması, kaygı, depresyon ve travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) semptomlarına yol açabilir. Bu belirtiler felaket meydana geldikten sonra haftalar, aylar ve hatta yıllar boyunca devam edebilir” Bir an önce bu konuda saha çalışması başlatılmalı, sosyal hizmetler uzmanları geniş çaplı bir araştırma yapmalı ve sonuçlar kamuoyuna sunulmalıdır.
Celil Kocataş
[email protected]