09 Aralık 2025 Salı
HBB, ARALIK AYI MECLİS TOPLANTISI’NI GERÇEKLEŞTİRDİ
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
TEKSTİLDE SESSİZ GÖÇ: TÜRKİYE’DEN MISIR’A AKAN YATIRIMLAR ALARM VERİYOR
SANATIN VE UMUDUN ŞEHRİ ANTAKYA KADİM ZANAATKÂRLAR YENİ BİR HAYAT KURUYOR
Kirli siyaset ne mi?
CEBİMİZDEKİ KAYGI: EKONOMİK BELİRSİZLİK RUH SAĞLIĞIMIZI NASIL ETKİLİYOR?
Türkiye’nin en köklü üretim alanlarından biri olan tekstil ve konfeksiyon sektörü, son yılların en büyük kırılmalarından birinin içinde. Malatya Ticaret ve Sanayi Odası (MTSO) Yönetim Kurulu Başkanı Oğuzhan Ata Sadıkoğlu’nun dikkat çektiği üzere, sektördeki daralma artık gizlenemez boyutlara ulaşmış durumda. Türkiye’nin istihdam lokomotiflerinden biri olan tekstilde, büyük yatırımcılar artan ekonomik baskılar nedeniyle zor bir dönemden geçiyor.
Özellikle son aylarda firmaların üretimlerini başka ülkelere kaydırmaya başlaması, “Türkiye tekstilini ne bekliyor?” sorusunu daha yüksek sesle gündeme taşıyor. Enflasyonun yükselmesi, enerji fiyatlarının artması, işçilik maliyetlerinin ağırlaşması ve finansmana ulaşmanın her geçen gün biraz daha zorlaşması, sektörün üzerindeki yükü dayanılmaz hale getirdi.
Art arda gelen ekonomik dalgalanmalar, daha önce hiç görülmemiş bir belirsizlik ortamı doğurdu. Bu belirsizlik, özellikle büyük tekstil şirketlerini yeni arayışlara iterken, Türk tekstil tarihinin en büyük “yatırım göçü” Mısır’a doğru hız kazandı.
Daha düşük enerji maliyetleri, iş gücü avantajı ve devlet teşvikleri, Mısır’ı her geçen gün daha cazip bir merkez haline getiriyor. Türkiye’de üretim yapan birçok firma, maliyet baskısına dayanamayarak yatırımlarını Mısır’a yönlendiriyor. Bu durum hem istihdam hem de üretim hacmi açısından ciddi endişeler yaratıyor.
Sadıkoğlu’nun sözleri durumu açıkça özetliyor: “Hat safhada sorun yaşayan şirketler yatırımlarını Mısır’a, Bangladeş’e kaydırıyor. Bir dönem 1500–2000 kişi çalıştıran tesisler bugün 300–500 kişiye düştü.”
İstatistikler tehlikenin boyutunu ortaya koyuyor. SGK verilerine göre, Türkiye genelinde tekstil ve moda sektöründe son iki yılda 4.504 işyeri kapandı. Sektörde Ocak 2024’te 1 milyon 225 bin olan istihdam, 2025’te 1 milyonun altına indi.
Yalnızca 2025’in ilk üç ayında 2.147 şirket faaliyetlerine son verdi ve istihdam 35.460 kişi azaldı.
Öte yandan Mısır’da tablo tam tersi yönde.
Medya kaynaklarına göre Nil Vadisi’nde bugün 200’den fazla Türk tekstil fabrikası faaliyet gösteriyor.
2021 yılında Mısır ile Türkiye arasındaki tekstil-giyim ticaret fazlası 118 milyon dolar iken, 2024’te bu tablo tam tersine dönerek 171 milyon dolar açık verildi.
DEİK Türkiye-Mısır İş Konseyi Başkanı Mustafa Denizer’in verdiği bilgilere göre: Mısır’ın yıllık yaklaşık 4 milyar dolarlık tekstil ve konfeksiyon ihracatının %40–50’si Türk yatırımcıların kontrolünde.
Mısır’da faaliyet gösteren Türk firmaları 100 bin kişiye istihdam sağlıyor. Bu firmaların toplam cirosu 1.5-2 milyar dolar seviyesinde. Mısır Yatırım ve Dış Ticaret Bakanı’nın sunduğu yeni teşvik paketleri de bu cazibeyi her geçen gün artırıyor.
Yıllardır süren yatırım akışı, artık zorunluluğa dönüştü. Türkiye ile Mısır arasında 2005’te imzalanan serbest ticaret anlaşmasıyla başlayan yatırım akışı, 2012 sonrasında hızlandı.
LC Waikiki, Çalık, Arçelik, Hayat Kimya gibi büyük şirketlerin Mısır’da yaptığı yatırımlar her yıl büyümeye devam ediyor.
Türkiye’de tekstil ihracatının zirve yaptığı 2019–2022 yılları arasında bile Mısır’a yatırım akışı durmadı. Sektörün Türkiye’de daralmaya başladığı 2022 sonrası ise bu göç neredeyse mecburiyete dönüştü.
Üretim baskısının giderek artması, maliyetlerin kontrolsüz yükselmesi ve teşvik eksikliği, sektörde tarihi bir kırılmayı beraberinde getiriyor. Türkiye tekstilinin devleri, ayakta kalmak için artık yurt dışına açılmak zorunda kalıyor.
Bu durum yalnızca ekonomik bir tabloyu değil; yüzbinlerce çalışanın geleceğini, üretimin yönünü ve Türkiye’nin ihracat gücünü doğrudan etkileyen büyük bir dönüşümü işaret ediyor.
Sonuç olarak; Türkiye tekstil sektörü, yakın tarihinde benzeri görülmemiş bir “yatırım göçü” ile Mısır’a doğru yöneliyor ve bu tablo, sektörün geleceği için ciddi bir alarm niteliği taşıyor.
Celil Kocataş
Son zamanlarda artan kalp krizleri, toplumda ciddi bir kafa karışıklığına ve endişeye neden oluyor. Özellikle genç yaşlarda yaşanan ani ölümler hepimizi derinden sarsıyor. Hangi genç insanın kalp krizi geçirerek hayatını kaybettiğini duysak, tarifsiz bir üzüntü hissediyoruz. Malatya’da 12 yaşındaki bir kız çocuğunun okulda aniden kalp krizi geçirerek vefat etmesi beni de derinden etkiledi. Yakın çevremde arkadaşlarımın akrabalarından benzer haberler duymak ise üzüntümüzü katlıyor.
Yaşanan bu kalp krizlerinin sebeplerinin bir an önce kamuoyuyla açık ve net şekilde paylaşılması gerekiyor. “Aileden gelen yatkınlık”, “beslenme alışkanlıkları”, “günlük yaşam rutini” gibi klasik açıklamalar artık toplumda yeterince ikna edici bulunmuyor. Pandemi sonrası kalp krizi oranlarının, özellikle gençler arasında belirgin şekilde artması mutlaka bilimsel verilerle araştırılmalı ve vatandaş yanıltılmadan gerçek sebepler açıklanmalıdır.
Eğer bu artışın aşıyla bağlantısı varsa ki bu sadece bir ihtimaldir. Bunun da açıkça kamuoyuna duyurulması gerekir. Şeffaflık her alanda olduğu gibi sağlıkta da toplumun en doğal hakkıdır.
Bir başka anlam veremediğim konu ise Tabip Odalarının bu süreçte neredeyse tamamen sessiz kalmasıdır. Her fırsatta çeşitli konular hakkında açıklama yapan odalardan, genç yaşta artan kalp krizleri konusunda tek bir ses çıkmaması düşündürücüdür. Acaba bildikleri ama açıklamadıkları bir şey mi var? Aynı şekilde, her konuda açıklama yapmaktan geri durmayan baroların bu konuda Avrupa’daki örneklerde olduğu gibi açılmış tek bir dava bile gündeme getirmemesi de ayrı bir soru işaretidir.
Herkes kendi hayatını mutlu bir şekilde yaşarken, olan yine genç yaşta kaybedilen evlatlara ve onların acılı ailelerine oluyor. Toplum, Sağlık Bakanlığı’ndan, Tabip Odalarından, Barolardan, duyarlı toplum önderlerinden ve meslektaşlarımızdan net açıklamalar bekliyor.
İstinye Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Bilge Erdoğan’ın aktardığı son araştırmalar da durumun ciddiyetini ortaya koyuyor. Yapılan bilimsel çalışmalar, koronavirüs döneminden sonra 25 ila 44 yaş arasındaki bireylerde kalp krizi oranlarının yüzde 30 arttığını gösteriyor. Bu tablo karşısında artık kimsenin susma lüksü yok. Toplum gerçekleri bilmek ve geleceğine güvenle bakmak istiyor.
Avrupa’da ve pek çok gelişmiş ülkede, geçmiş yıllarda kalp krizinin ortalama yaşı 60-65 civarındaydı. Türkiye özelinde ise uzmanlara göre bu ortalama yaklaşık 50-55 yaş düzeyinde; yani Avrupa’ya kıyasla yaklaşık 10 yıl daha erken kalp krizi görülüyor.
20 yıl öncesine kadar kalp krizlerinin çoğunlukla 60 yaşın üzeri insanlarda yaşandığı, ancak günümüzde “45’in altı” yaşlara kadar inebildiği vurgulanıyor. Ayrıca son yıllarda, kalp krizlerinin önceden yaşlanan nüfusta azalıyor görünse de 25-44 yaş aralığında kriz oranlarının koronavirüs döneminde yüzde 30 arttığı araştırmalarla bildiriliyor.
Son günlerde art arda gelen acı haberler hepimizin yüreğini burkuyor. Malatya’da 12 yaşındaki Sude’nin okulda geçirdiği kalp krizi, Trabzon Of’ta 13 yaşındaki bir öğrencinin sınıfta aniden rahatsızlanarak hayatını kaybetmesi insanları derinden üzdü. Ordu’nun Ünye ilçesinde 11 yaşındaki 6’ncı sınıf öğrencisi Suat Ermiş, sınıfta baygınlık geçirmesinin ardından kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. Daha çocukluklarının en güzel çağında yitip giden bu canlar, toplum olarak bizlere derin bir sorgulamayı dayatıyor.
Okullar, çocukların nefes aldığı, geleceğe hazırlandığı güvenli alanlar olmalı. Ancak bu beklenmedik ölümler, sağlık taramalarından acil müdahale sistemlerine kadar birçok konuda yeniden düşünmemiz gerektiğini gösteriyor. Bu ülkenin çocukları bizlere emanettir. Onları kaybettikçe sadece bir aile değil, bir toplum da eksiliyor.
Vakti zamanında bir köy varmış…
Bu köyde dört tane sözü geçen, “ağa” diye anılan adam yaşarmış.
Bunlardan biri meyve tüccarıymış; sürekli bahçelerde dolaşır, yeni araziler peşinde koşar, köye her gelişinde “Benim elli oyum var!” diye böbürlenirmiş.
Diğeri sırma saçlı, gösterişli mi gösterişli, köyün parlayan yüzüymüş.
Üçüncüsü ise “Emrin olur abi!” demekten kendine söz hakkı kalmayan, başkalarının vekilliğini yapan, eli ayağı sürekli işte duran bir tipmiş.
Ama dördüncüsü… O başka bir âlemmiş. Köyün en tehlikelisi: Küçük enişte.
Küçük enişte öyleymiş ki; her delikten içeri girer, her gördüğü ışığa koşar, her gün başka kabuk değiştirirmiş. Ağaların yanında güler yüzlü, arkalarında ise kırk dolap çeviren tam bir fırıldak… Dört ağa arasında en sinsisi, en kıvrak zekâlısı oymuş.
Seçim Gelince Oyun Kurulur
Köyde muhtarlık seçimleri yaklaşınca işin rengi değişirmiş.
Meyve tüccarı elli oyuna güvenirmiş.
Sırma saçlının elli oyu varmış.
“Emrin olur” abinin de yine elli oyu olduğu söylenirmiş, ama o oylar aslında arkasındaki ağanınmış.
Küçük enişte mi?
Onun sadece kırk dokuz oyu varmış.
Ama her seçimde kazanan yine küçük enişte olurmuş.
Çünkü herkes kendi oyuna çalışırken, küçük enişte kırk fırıldak çevirir, başkalarının oylarını kendi tarafına çekermiş.
Bir bakarsın muhtarı kendi adamı yapar, azaları da kendinden seçtirir, köyün bütün iplerini eline geçirirmiş.
“Mühür kimdeyse Süleyman odur,” derler ya…
Köyde ne iş varsa küçük enişteden sorulur hale gelmiş.
Eski muhtarların adı bile unutulmuş.
Üstelik küçük enişte bu köyün öz evladı bile değilmiş; başka köyden gelip köyün düzenini, köyün kaderini eline almış. Eskiden söz sahibi olan ağalar bile bir süre sonra kenara çekilip durumu kabullenmek zorunda kalmış.
Eski Ağa Oyunu Bozmakta Kararlı
Ne var ki eski ağa, küçük eniştenin bu fırıldaklıklarını sineye çekmemiş.
Her davranışını gözlemleyip bir bir not almış.
Köylüye kol kanat germiş; gençlere iş bulmuş, yaşlıya hürmet etmiş, çocuğa çocuk büyükle büyük olmuş.
Köyün gençleri onu çok severmiş; “Bu işin adamı sensin!” diye desteklermiş.
Eski ağa sonunda elindeki bütün verileri toplamış; küçük eniştenin çevirdiği dolapları dosya dosya ilgili yerlere ulaştırmış.
Şimdi tüm köy nefesini tutmuş, seçim gününü bekliyormuş.
Ve gökten üç elma düşmüş…
Küçük enişte yine yapacağını yapıp:
“İki buçuğu bana, yarımını da aranızda bölüşün!” demeye hazırlanıyormuş.
Deprem Şehrinin Gerçekleri
Aslında bu hikâyeyi çoktandır yazmak istiyordum.
Ama bugün okuduğum bir yazıdan sonra kaleme almak farz oldu.
Deprem bölgesinde, siyaset fark etmeksizin yapılan bazı sert eleştirileri haksız buluyorum.
Yerle bir olmuş bir şehri ayağa kaldırmak kolay değildir.
Ev yaparsınız, iş yerlerini yaparsınız ama altyapı bambaşka bir meseledir.
Bir yol yapmaya başlarsınız, elektrik ekipleri gelir kazmaya başlar.
Onu kapatırsınız, bu defa doğalgaz girer devreye.
Ardından Telekom…
Ve siz aynı yolu, aynı kaldırımı, aynı hattı defalarca kez yapmak zorunda kalırsınız.
Bu işler kim iktidarda olursa olsun zor iştir.
Klavye başında oturup yazmak kolay; birilerinin yazdıklarının altına adını koyup uzaktan kumanda etmek kolay…
Ama sahaya inmek, o çileyi yaşamak hiç kolay değildir. Klavye delikanlıları çoğaldı ama memleket sahada ayağa kalkıyor.
Bu yüzden on bir ilde yaşayan insanların biraz daha sabırlı olması gerekiyor.
Unutmayalım:
Geçmişten hesap sormayan, bugünden hesap soramaz.
Nasıl bir ülkede yaşar olduk?
Futbolcusu bahis oynar, hakemi bahis oynar, yöneticisi bahis oynar… Kısacası sistem topyekun maç satar hale gelmiş. 1024 futbolcu bahis oynadığı için inceleme altında. Türkiye liglerinde toplam 3 bin 700 futbolcu olduğu düşünülürse, neredeyse her üç oyuncudan biri bu skandalın içinde.
Peki sonuç?
Soruşturma deniyor ama verilen cezalar adeta ödül gibi. Bu işin ucundan tutanı, yakından uzaktan karışanı net şekilde futboldan menedeceksin; kariyeri bitecek. Aksi halde milyonlarca insanın güvenini sarsar, tek eğlence kaynağı olan futboldan soğutursun.
Ama yok…
“Soruşturma yapıyoruz, cezalandırıyoruz” gibi sözlerle bu konular anlatılıyor.
Peki bu bahis skandalının perde arkası yok mu? Siyasi ayağına da bakmak lazım.
Güzel memleketimde bu yılın sadece ilk dokuz ayında 1 milyon 661 bin kişi borcunu ödeyemediği için bankalar tarafından takibe alınmış.
Yetmedi… İcra dairelerine tam 9 milyon yeni dosya gelmiş.
Ekonominin vatandaşa yansıyan acı fotoğrafı bu: İnsanlar bankalara, icraya, faize esir.
Hala akıllanmadık mı?
Deprem bölgesindeki konteynerlerin başka ülkelere gönderileceği söyleniyor.
İyi de uzmanlar bağırıyor:
“Marmara’da büyük deprem bekleniyor!”
Neden o bölgeye gönderilip hazırlık yapılmaz?
Bu sorunun yanıtı yok…
Diğer yandan Dünya Bankası, İstanbul’un olası depremde güçlendirilmesi için 650 milyon dolarlık finansmanı onayladı. Yani dünya İstanbul için harekete geçiyor, biz ise hala günü kurtarma hesabındayız.
Kazamı, suikast mı, ihmali mi?
Azerbaycan’dan havalanan kargo uçağı düştü, 20 eğitimli subay şehit oldu.
İster istemez aklıma Isparta uçağı geliyor…
Orada da uzman isimler vardı.
Bu ülkede ne zaman bir uçak düşse, trafik kazası olsa, yüksekten düşme yaşansa, intihar haberi gelse… Kaybedilen hep uzmanlar, mühendisler, subaylar, bilim insanları oluyor.
İnsan düşünmeden edemiyor:
Aklımızda deli sorular yoksa, başka bir şey mi var?
Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz.
Ne yiyoruz bunu da sorgulamak lazım.
Tarım ve Orman Bakanlığı’nın son denetimlerinde taklit–tağşiş ürün sayısında ciddi bir artış görüldü.
Artık marketlerden alışveriş yapmaya korkar hale geldik.
Cezalar caydırıcı olmadıkça daha çok sağlığımıza oynarlar.
Bu kadar basit.
Üstüne bir de Ticaret Bakanlığı, 19 il ve 45 ilçedeki tüketici hakem heyetlerini kapatıyor.
Aldığınız ayıplı malı kime şikayet edeceksiniz?
Edemeyeceksiniz.
Vatandaş yine mağdur…
Bu konuda nasıl önlem alınacak, gerçekten merak ediyoruz.
Bugünkü köşem, memleketten derlediğim manzaraların kısa bir özeti…
İyi seyirler değil, “ibretle izlenmesi gereken bir tablo” diyelim.
Celil Kocataş
Milletvekillerinin son dönemdeki fotoğraf merakını bir türlü anlayabilmiş değilim. Eskiden insanlar, ünlü birini görünce onunla fotoğraf çektirmek isterdi. Şimdi ise tam tersi bir durum var: Vekiller, vatandaşlarla fotoğraf çektirme yarışına girmiş durumda.
Sosyal medya adeta bir albüme dönmüş; “Şu beni ziyaret etti, bu beni ziyaret etti” paylaşımlarıyla dolup taşıyor. Neredeyse “bugün şu kadar kişiyle fotoğraf çektirdim” diye istatistik paylaşacaklar. Sanki seçim değil, hatıra defteri yarışına girmiş gibiler.
Oysa önemli olan bu fotoğraflar değil, yapılan hizmettir. Bir ilin sorununa çözüm bulmuş musunuz, vatandaşın derdine derman olabilmiş misiniz, mesele budur. Garip bir durum daha var. Herhangi bir kurum bir adım atsa, tüm milletvekilleri aynı konuyu kendi başarısıymış gibi paylaşmaya başlıyor. Bir ile doktor atanıyor, tüm vekiller sırayla “emeği geçenlere teşekkür ederiz” paylaşıyor.
Oysa bu, Sağlık Bakanlığı’nın rutin ataması… Bunun nesi özel bir başarı? Gerçekten sizin girişiminizle yapılan bir iyileştirme, bir yatırım, bir hizmet varsa elbette paylaşın; gururla alkışlayalım. Ama rutin işler üzerinden alkış toplamaya çalışmak, siyasetin itibarını zedeliyor.
Unutmayalım bu ülkede “vekil”, asıldan daha kıymetli hale gelirse sonuç kaçınılmaz olur.
Seçim dönemlerinde elinizi sıkmak için yarışanlar, seçimden sonra elinize bile bakmaz hale gelir. Son günlerde ortalık yine hareketli…
Sahaya inen inene. Seçim ufukta göründü anlaşılan. Ama bu kez dikkatli olun sevgili vatandaşlar; elinizi sıkanlara değil, hizmet edenlere bakın. Unutmayın, siyaset fotoğrafta değil, icraatta güzeldir. Eskiden liderler böyle miydi?
Turgut Özal halkın içindeydi, protokol değil, gönül köprüsü kurardı. Bir sanayiciyle konuşur, sonra köy kahvesine oturur, vatandaşın çayını içerdi. Necmettin Erbakan sahaya indiğinde, kimse onun önüne kırmızı halı sermedi. O, halkın arasında yürür, dinler, not alır, çözüm üretirdi.
Merhum M. Bedri İncetahtacı, makam koltuğundan çok esnafın dükkanında görülürdü. Merhum Necmettin Cevheri, halkın içine girdiğinde etrafında koruma değil, dost halkası olurdu. Bu insanlar “fotoğraf çekelim” diye değil, “dert dinleyelim” diye giderdi memleketine. O yüzden isimleri hâlâ saygıyla anılıyor.
Celal Doğan, Gaziantep’te makam koltuğunda değil, halkın sofrasında yer bulan bir isimdi. Sokakta yürürken selam vermediği, derdini dinlemediği bir vatandaş neredeyse yoktu. Gaziantep’in taşında, toprağında, emeğinde Celal Doğan’ın halkla kurduğu gönül bağı hissedilir.
Halkın içinde yaşayan, halkın diliyle konuşan bir siyasetçiydi; bu yüzden gönüllerde yer etti. Gaziantepli onu bir belediye başkanından öte, mahallesinden bir komşu, dost bir abi olarak görürdü. Celal Doğan, protokolün değil, pazar yerinin, sanayi sitesinin, işçinin ve esnafın insanıydı.
Ve elbette merhum Mahmut Bozkurt. Siyaseti koltukta değil, halkın içinde yaptı. Gösterişe değil, söze; reklama değil, adalete ve samimiyete inanmış bir isimdi. Bu insanların ortak noktası, fotoğraf değil, güven bırakmalarıydı. Bugünse siyaset, fotoğraf karelerine sıkışmış durumda.
Sahaya inmek el sıkmak değil; dert dinlemek, çözüm üretmektir.
Bugünse vekillerin halkla buluşması ancak selfielerle mümkün! Bu ülkede vekil, asıldan daha kıymetli hale geldi. Seçimden önce elini sıkmak için sıraya girenler, seçimden sonra o eli unutur oldu. Halkın derdi değil, takipçi sayısı yarışıyor artık.
Ama bilesiniz, milletin hafızası sosyal medya kadar kısa değil. Seçim yaklaşıyor… Sahaya inen inene. El sıkmak kolay, gönül kazanmak zor. Bu millet artık poz veren vekili değil, halkın derdiyle dertlenen vekil görmek istiyor. Fotoğrafla siyaset yapılmaz.