09 Aralık 2025 Salı
HATAY'DA DEREYE DÜŞEN İNEK İTFAİYE EKİPLERİ TARAFINDAN KURTARILDI
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
TEKSTİLDE SESSİZ GÖÇ: TÜRKİYE’DEN MISIR’A AKAN YATIRIMLAR ALARM VERİYOR
SANATIN VE UMUDUN ŞEHRİ ANTAKYA KADİM ZANAATKÂRLAR YENİ BİR HAYAT KURUYOR
Kirli siyaset ne mi?
CEBİMİZDEKİ KAYGI: EKONOMİK BELİRSİZLİK RUH SAĞLIĞIMIZI NASIL ETKİLİYOR?
Güne başlarken ilk baktığınız şey döviz kurları mı, yoksa ay sonunu nasıl getireceğinize dair zihninizde dönüp duran bütçe hesapları mı? Eğer öyleyse size şunu söyleyebilirim, modern çağın en büyük ortak deneyimlerinden birini yaşıyorsunuz: Ekonomik Belirsizlik Kaygısı.
Son dönemde yaşanan finansal dalgalanmalar, sadece banka hesaplarımızın rakamlarını değil, aynı zamanda ruh sağlığımızın temel direklerini de sarsıyor. Gelirimizin erimesi, harcamaların artması ve geleceğe dair net bir projeksiyon yapamama durumu, artık bireysel bir dert olmaktan çıkıp, hepimizi etkisi altına alan bir kolektif stres kaynağına dönüştü.
İnsan beyni, evrimsel olarak öngörülebilirliğe ve kontrol etme becerisine göre programlanmıştır. Beynimiz için belirsiz bir gelecek, tıpkı vahşi doğada bizi bekleyen gizli bir tehlike gibidir. Finansal öngörüsüzlük hissi, beynimizin alarm sistemi olan amigdalayı sürekli olarak yüksek tetikte tutar. Bu durum, bedenimizi “savaş ya da kaç” moduna sokar, ancak ne kaçacak ne de savaşacak somut bir düşman vardır.
Sürekli alarm hali, kısa vadeli bir stres tepkisinden çıkarak kronikleşmiş kaygıya dönüşür. Peki, bu durum günlük yaşantımızda tam olarak ne anlama geliyor?
Uyku Kalitesinin Düşmesi: Gece yatağa yattığınızda zihninizin durmaması, ertesi günün faturalarını veya gelecekteki zorlukları düşünmekten uyuyamamak.
Odaklanma Problemleri: İş yerinde veya günlük görevlerinizde dikkat dağınıklığı yaşamak, çünkü zihninizin bir kısmı sürekli “nasıl yeteceğiz?” sorusuna takılı kalır.
Fiziksel Belirtiler: Kronik stres, kendini mide rahatsızlıkları, gerilim tipi baş ağrıları, kas sertliği ve hatta bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi somut fiziksel semptomlarla gösterebilir.
İlişki Gerilimleri: Finansal baskı, eşler ve aile bireyleri arasında gerginlik ve tartışma kaynağı haline gelebilir; bu da sosyal destek sistemimizi zayıflatır.
Gördüğünüz gibi, konu sadece para değil; konu yaşam kaliteniz ve zihinsel huzurunuzdur. Finansal durumu anında değiştiremeyiz, ancak bu ekonomik fırtınanın duygusal yaşantımız üzerindeki tahrip edici etkisini kontrol altına alabiliriz.
Kontrol edebileceğiniz tek şey, dışsal belirsizliğe karşı vereceğiniz içsel tepkinizdir. Bu tepkiyi yönetmenin ilk adımı ise odak noktanızı değiştirmektir. Zihninizi, kontrol edemediğiniz (küresel piyasalar, enflasyonun seyri) geniş alandan, kontrol edebileceğiniz (günlük harcamalarınız, yeni bir beceri öğrenmek, sosyal destek aramak) küçük ve somut eylem alanına yönlendirin.
Unutmayın, en büyük gücümüz, dışsal belirsizliklere karşı geliştireceğimiz içsel sağlamlıktır. En zorlu ekonomik koşullarda bile ayakta kalabilenler, duygusal dayanıklılıklarını koruyanlardır. Bugün kendinize yapacağınız en büyük yatırım, kaygı yerine eyleme odaklanma kararlılığınız olsun.
En son ne zaman gerçekten iyi hissettiğiniz için ‘nasılsın?’ sorusuna ‘iyiyim’ cevabını verdiniz? Çağımızda öylesine kalıplaşmış ki iyiyim cevabı, bir başka cevaba nasıl tepki verileceğini kestiremiyoruz. Çünkü toplum olarak kırılganlığa alan açmayı değil, direnci alkışlamayı öğrendik. Bu öğrenilmişliğin getirisi olarak içimizi açtığımızda yargılanmaktan, “negatif” bulunmaktan, güçsüz görünmekten korkuyoruz.
Çağın dayattığı ‘iyi görünme’ zorunluluğu dünyanın en sessiz baskılarından biri haline geldi. Fark ediyor musunuz, sosyal medyada herkes mutlu. Kimimiz çalışıyor, kimimiz evde, kimimiz okulda… Hepimizi ortak noktada buluşturan sosyal medyada çizdiğimiz mutluluk maskesi. Hiçbirimiz ötekinin hayatının perde akasını göremiyoruz. Çünkü yeni toplum dayatmasına göre hepimiz üretken, güçlü ve mutlu olmalıyız. Bu mutluluğu ve gücü gölgeleyen kaygı, korku, yalnızlık kabul edilemez. Bu zorunluluğun getirisi olarak hepimiz ‘her şey yolunda’ resmi çiziyoruz. Çizdiğimiz resimlerin bizden aldığı ‘kendiliğimizi’ fark edemeden.
Gerçek iyilik, her şeyin yolunda olduğu anlarda değil; yolunda gitmeyenleri fark edip onlara da yer açabildiğimizde başlar.
Keder de insana aittir, öfke de, yorgunluk da. Duyguların çeşitliliği yaşamın gerçekliğini oluşturur. “İyi görünme” çabası ise bu çeşitliliği silip, bizi tek bir renge hapsetmeye başlar. Oysa insan tek renkten ibaret değildir. Belki de artık “her şey yolundaymış gibi” görünmek yerine, “bugün iyi değilim” diyebilmek gerekir. Çünkü bu cümle zayıflık değil, samimiyetin ifadesidir. Kırılganlığımızı saklamak yerine kabul ettiğimizde, başkalarıyla değil, önce kendimizle yeniden bağ kurarız.
Ve belki o zaman fark ederiz ki, “her şey yolunda değil” diyebilmek bile, aslında iyileşmenin ilk adımıdır.
İyileşme bazen büyük değişimlerle değil, küçük dürüstlüklerle başlar.
Kendimize, “İyi görünmeye çalışmıyorum, sadece kendim olmaya çalışıyorum” diyebildiğimiz gün, yükümüz biraz daha hafifler.
Bugün, kendinize bir an durup sorun:
Gerçekten iyi misiniz, yoksa yalnızca iyi görünmeye mi çalışıyorsunuz?
Bazı yaralar ne morluk bırakır ne de yara bandı ister. Ama derinlerde bir yerlerde hep kanar. Duygusal ihmal, işte tam da böyle bir yaradır. Çocuklukta yaşanır ama yankısı yetişkinliğe kadar sürer.
Duygusal ihmal, çocuğun fiziksel olarak ihtiyaçlarının karşılanmasına rağmen, duygusal gereksinimlerinin — sevgi, ilgi, kabul, anlaşılma — yeterince karşılanmaması durumudur. Anne-baba çocuğun karnını doyurur, üstünü başını temiz tutar; fakat kalbine dokunmayı unutur. “Seninle gurur duyuyorum” demez, “Üzgün olduğunu görüyorum” demez, “Anlıyorum” demez. Böyle büyüyen bir çocuk, zamanla duygularını bastırmayı öğrenir. Çünkü hissetmek acı verir.
Yetişkin olduğunda ise bu bastırılmış duygular başka biçimlerde kendini gösterir:
Bağ kurmakta zorlanır, sürekli onay arar, ya da tam tersine kimseye ihtiyaç duymuyormuş gibi davranır. Çünkü içten içe, “Ben hissetsem de kimse fark etmez” inancını taşır.
Oysa bir çocuğun duygusal olarak görülmeye, duyulmaya ve anlaşılmaya ihtiyacı vardır. “Ne hissettiğini bilmeye hakkın var” diyebilen bir ebeveyn, çocuğun kendilik değerinin temelini atar.
Bugün birçok yetişkin, çocukluğundaki duygusal ihmali fark ettiğinde büyük bir şaşkınlık yaşar:
“Bana hiç kötü davranmadılar ama neden hâlâ içimde bir boşluk var?”
İşte o boşluk, görülmeyen o küçük çocuğun sesidir.
Belki de artık yetişkin olarak o çocuğu fark etmenin, ona “Seni görüyorum” demenin zamanı gelmiştir. Çünkü duygusal ihmalin panzehiri, fark edilmek ve kabul edilmektir.
Ne geçmişi değiştirebiliriz, ne de yaşanmamış sevgiyi geri getirebiliriz.
Ama kendimize göstereceğimiz şefkatle, o yarayı yavaş yavaş iyileştirebiliriz.
Yapay Zekânın (YZ) ve dijital asistanların hayatımıza kattığı en büyük konfor, şüphesiz bilişsel yükümüzü hafifletmek oldu. Eskiden saatler süren bilgi toplama, karar analizi ve planlama süreçleri şimdi birkaç saniyeye iniyor. Bir toplantı özetleniyor, e-postalar otomatik taslaklanıyor, en iyi rota hesaplanıyor. Fakat teknoloji artık sadece günlük yaşamımızı kolaylaştıran bir araç değil; düşünme biçimimizi, ilişki kurma şeklimizi ve duygularımızla olan temasımızı da dönüştüren bir güç haline geldi. Hesap yapabilen, bilgi toplayabilen sistemler bugün artık “bizi” anlamaya, duygularımızı çözümlemeye, hatta davranışlarımızı tahmin etmeye başladı. Peki bu durum, insana özgü en önemli becerilerden biri olan duygusal zekâmızı nasıl etkiliyor?
Duygusal zekâ, duygularımızı fark edebilme, onları yönetebilme, başkalarının duygularını anlayabilme ve sağlıklı ilişkiler kurabilme becerisidir. Bu beceri; empatiyle, yüz yüze iletişimle, göz temaslarıyla, ses tonundaki küçük değişimleri fark etmekle gelişir. Yani duygusal zekâ “yaşanarak” öğrenilir.
Ancak son yıllarda giderek daha fazla insan, bu deneyimi ekranlar üzerinden yaşamaya başladı.
Artık birine sevincimizi anlatmak için onunla buluşmuyor, bir emoji gönderiyoruz. Üzüntümüzü ifade etmek için gözyaşı dökmek yerine, “üzgünüm” yazmakla yetiniyoruz. Ve belki de en dikkat çekici olanı, duygularımızı anlamak için bile yapay zekâya danışıyoruz.
Bu durum, görünürde zaman kazandırıyor. Ama aslında duygularla aramıza görünmez bir mesafe koyuyor. Çünkü bir ekran, ne kadar akıllı olursa olsun, karşınızdaki insanın gözündeki ışıltıyı, sesindeki titremeyi, kalbindeki duyguyu taşıyamaz.
Duygusal zekâ, dijitalleşen dünyada en çok ihtiyaç duyduğumuz becerilerden biri. Çünkü bilgiye erişim hızlanıyor ama anlam verme becerimiz geriliyor. Bir cümleyi anlamak kolay ama o cümlenin arkasındaki duyguyu hissetmek zaman istiyor. Yapay zekâ ne kadar gelişirse gelişsin, bir çocuğun sarılmasının sıcaklığını, bir dostun bakışındaki güveni veya bir sevdiğinin sesindeki titremeyi hissedemez. İşte bu yüzden, teknolojinin içinde kaybolmadan, insan kalabilmenin yollarını aramalıyız.
Kendimize zaman zaman sormamız gereken soru şu: Yapay zekâ bizi daha “akıllı” yaparken, acaba bizi daha “duyarsız” mı yapıyor?
Ve belki de en önemlisi:
Biz hâlâ kendi duygularımızın farkında mıyız, yoksa onları da algoritmalara mı emanet ettik?
Bazı çocuklar yetimdir, bazı çocuklar ise kâğıt üzerinde “yetim” görünmezler ama kalben öyledirler.
Anne ya da babası hayatta olsa da, duygusal olarak yalnız bırakılmış, görünmeyen, duyulmayan çocuklardır onlar. Biz onlara “sosyal yetimler” diyoruz. Okula giderler, gülümserler, oyun oynarlar… Ama içlerinde kocaman bir eksiklik taşırlar. Sosyal yetimlik tam da bu noktada başlıyor: Sevginin, ilginin, aidiyetin eksikliğinde…
“Ka154 Birlikte Büyümek Projesi” işte tam da bu görünmeyen çocuklara ışık tutmak için yola çıktı.
Üç ayaktan oluşan bu geniş kapsamlı proje, yalnızca çocukları değil, onları çevreleyen toplumsal yapıyı, politikaları ve farkındalığı da odağına aldı.
Hatay, Ankara ve Çanakkale’de yürütülen bu süreçte, her şehir bizlere farklı bir pencere açtı.
Hatay’da, savaşın ve yoksulluğun içinden gelen çocukların hikâyeleriyle karşılaştık.
Yıkılmış evlerin ardında ayakta kalmaya çalışan küçük kalplerin sessiz gücünü gördük.
Ankara’da, kurumların ve politikaların çocuklara nasıl dokunduğunu, bazen nasıl ulaşamadığını analiz ettik. Nihayetinde, Çanakkale’de tüm bu deneyimleri bir araya getirip “ne yapabiliriz?” sorusuna yanıt aradık. Projemizin zirvesinde, yani Çanakkale etabında, Hatay ve Ankara’da elde edilen verileri değerlendirdik, analiz ettik.
Bu çıktılar ışığında, yetim ve sosyal yetim çocuklara nasıl daha iyi destek olunabileceğini tartıştık.
Atölyelere katıldık, fikir ürettik, bir arada düşündük. Son gün ise, elde ettiğimiz çıktılara dayalı olarak hazırladığımız eylem planlarını, Çanakkale İl Aile ve Sosyal Hizmet Müdürü Ali Bey’e sunduk ve bu anlamlı yolculuğu tamamladık.
Bu süreç bize bir kez daha gösterdi ki, bir çocuğun yalnızca fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak yeterli değil.
Bir çocuğun sesi duyulmadığında, duyguları görülmediğinde, o çocuk bir anlamda “sosyal olarak yetim” kalıyor.
O yüzden “Birlikte Büyümek” sadece bir proje değil, bir farkındalık hareketiydi.
Toplum olarak duymayı, görmeyi, anlamayı ve birlikte iyileşmeyi öğrenmemiz gerektiğini hatırlattı bize. Çünkü bizler ancak birlikte büyüdüğümüzde, birlikte iyileştiğimizde güçlü olabiliriz.
Belki her birimiz bir çocuğun hayatına dokunamayız; ama her birimiz farkında olarak bir toplumu değiştirebiliriz. Onu fark etmekle, anlamakla, onun için düşünmekle bile bir şeyler değişir.
Çünkü farkındalık, iyileşmenin ilk adımıdır.