04 Kasım 2025 Salı
KAYBOLAN GÖRME ENGELLİ YAŞLI ADAMI JANDARMA ZEYTİNLİKTE BULDU
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
YIKILAN EVLER DEĞİL, UMUTLARIMIZDI
EKRANLARDAKİ ZEHİR!
Kirli siyaset ne mi?
KA154/BİRLİKTE BÜYÜMEK: BİR PROJEDEN DAHA FAZLASI
Bazı çocuklar yetimdir, bazı çocuklar ise kâğıt üzerinde “yetim” görünmezler ama kalben öyledirler.
Anne ya da babası hayatta olsa da, duygusal olarak yalnız bırakılmış, görünmeyen, duyulmayan çocuklardır onlar. Biz onlara “sosyal yetimler” diyoruz. Okula giderler, gülümserler, oyun oynarlar… Ama içlerinde kocaman bir eksiklik taşırlar. Sosyal yetimlik tam da bu noktada başlıyor: Sevginin, ilginin, aidiyetin eksikliğinde…
“Ka154 Birlikte Büyümek Projesi” işte tam da bu görünmeyen çocuklara ışık tutmak için yola çıktı.
Üç ayaktan oluşan bu geniş kapsamlı proje, yalnızca çocukları değil, onları çevreleyen toplumsal yapıyı, politikaları ve farkındalığı da odağına aldı.
Hatay, Ankara ve Çanakkale’de yürütülen bu süreçte, her şehir bizlere farklı bir pencere açtı.
Hatay’da, savaşın ve yoksulluğun içinden gelen çocukların hikâyeleriyle karşılaştık.
Yıkılmış evlerin ardında ayakta kalmaya çalışan küçük kalplerin sessiz gücünü gördük.
Ankara’da, kurumların ve politikaların çocuklara nasıl dokunduğunu, bazen nasıl ulaşamadığını analiz ettik. Nihayetinde, Çanakkale’de tüm bu deneyimleri bir araya getirip “ne yapabiliriz?” sorusuna yanıt aradık. Projemizin zirvesinde, yani Çanakkale etabında, Hatay ve Ankara’da elde edilen verileri değerlendirdik, analiz ettik.
Bu çıktılar ışığında, yetim ve sosyal yetim çocuklara nasıl daha iyi destek olunabileceğini tartıştık.
Atölyelere katıldık, fikir ürettik, bir arada düşündük. Son gün ise, elde ettiğimiz çıktılara dayalı olarak hazırladığımız eylem planlarını, Çanakkale İl Aile ve Sosyal Hizmet Müdürü Ali Bey’e sunduk ve bu anlamlı yolculuğu tamamladık.
Bu süreç bize bir kez daha gösterdi ki, bir çocuğun yalnızca fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak yeterli değil.
Bir çocuğun sesi duyulmadığında, duyguları görülmediğinde, o çocuk bir anlamda “sosyal olarak yetim” kalıyor.
O yüzden “Birlikte Büyümek” sadece bir proje değil, bir farkındalık hareketiydi.
Toplum olarak duymayı, görmeyi, anlamayı ve birlikte iyileşmeyi öğrenmemiz gerektiğini hatırlattı bize. Çünkü bizler ancak birlikte büyüdüğümüzde, birlikte iyileştiğimizde güçlü olabiliriz.
Belki her birimiz bir çocuğun hayatına dokunamayız; ama her birimiz farkında olarak bir toplumu değiştirebiliriz. Onu fark etmekle, anlamakla, onun için düşünmekle bile bir şeyler değişir.
Çünkü farkındalık, iyileşmenin ilk adımıdır.
Ergenlik dönemi, birçoğumuzun hafızasında karışık duygularla yer eder. Ne tam çocuk, ne tam yetişkin olabildiğimiz; anlaşılmadığımızı hissettiğimiz bir zaman dilimidir. Bugün ebeveynler de benzer bir yerden sesleniyor: “Çocuğum birden değişti, artık söz dinlemiyor.”
Oysa bu dönemdeki “asi tavırlar”, çoğu zaman bir başkaldırı değil, bir arayıştır: “Ben kimim?” sorusuna cevap arayışıdır.
Ergenlik, bireyin kimliğini oluşturduğu kritik bir dönemdir.
Psikolog Erik Erikson’a göre bu evrenin temel gelişim görevi “kimliğe karşı rol karmaşasıdır”.
Yani genç, “Ben kimim, neye inanıyorum, nasıl biri olmak istiyorum?” sorularına yanıt arar.
Bu yanıt arayışı çoğu zaman, ebeveynle çatışmalar, sınır denemeleri ve duygusal iniş çıkışlarla kendini gösterir. Çünkü genç, artık ebeveyninin gölgesinde kalmak değil, kendi sesini bulmak ister.
Burada ebeveynin tutumu belirleyici olur.
Sınır koymak önemlidir; ama bu sınır, baskı değil rehberlik taşımalıdır.
“Ben senin yanındayım ama senin yerini senin adına seçmem” diyebilmek, sağlıklı bir ebeveynlik yaklaşımıdır.
Çünkü ergenin kimlik inşası, kendi kararlarını deneyimleme fırsatıyla güçlenir.
Ergenin asi davranışları, bir tehdit değil, bir gelişim sinyalidir.
Bu davranışlar; özerklik, kimlik ve aidiyet duygusunun temellerini oluşturur.
Ebeveynlerin görevi, bu süreci sabırla ve anlayışla desteklemektir.
Her genç, sınırlarını zorlayarak büyür.
Ve bazen “karşı gelen” bir genç, aslında sadece “kendi yolunu çizmeye” çalışıyordur.
Unutmayalım ki asilik geçer, ama o dönemde hissedilen anlaşılmama duygusu iz bırakır.
Çevremden en sık duyduğum cümlelerden biri şudur:
“Hiçbir şey yapmadığım hâlde bile çok yorgunum.”
Bu cümle, çağımızın en yaygın duygusal gerçeklerinden birini anlatır aslında.
Modern hayat, bize sürekli daha hızlı olmamızı, daha çok üretmemizi, her an bir şeylerle meşgul olmamızı söylüyor. Yaşadığımız çağ bize “hızlı olan kazanır” mesajını öyle güçlü verdi ki; durmayı, beklemeyi, hatta sıkılmayı bile unuttuk. Çünkü “durmak” neredeyse bir kusur gibi görünmeye başladı.
Oysa bazen ilerlemenin en güçlü yolu, durabilmeyi öğrenmektir.
Zihnimiz gün boyu yüzlerce uyaranla doluyor: bildirimler, sorumluluklar, planlar, haberler…
Bedenimiz oturuyor olsa da zihnimiz hiç durmuyor.
İşte bu noktada devreye zihinsel detoks giriyor.
Zihinsel detoks, beynin sürekli tetikte olma hâlinden kısa bir mola almasıdır.
Düşünceleri susturmak değil, onlara biraz “alan” tanımaktır.
Yavaşlamak tembellik değildir; farkındalıktır.
Bir fincan kahvenin kokusunu fark etmek, yürürken rüzgârı hissetmek, bir konuşmada sadece dinlemek…
Bunların her biri zihni “şimdi ve burada”ya döndürür.
Farkındalık, tam olarak bu küçük anların içinde başlar.
Terapi sürecinde sıkça konuşuruz:
“Ne hissettiğini durup dinleyebiliyor musun?”
Çünkü zihin hızlandıkça duygular sessizleşir.
Hızlı yaşamak, duyguların sesini kısmak gibidir.
Oysa yavaşlamak, o sesi yeniden duymaktır.
Zihinsel detoks sadece ekranlardan uzak kalmak değildir; kendinle kalmaya izin vermektir.
Asıl detoks, “sürekli düşünme” hâlinden çıkmaktır. Her şeyi çözmeye, planlamaya, anlamlandırmaya çalıştıkça zihin dolup taşıyor.
Oysa bazı şeyler sadece “olur”. Bazı duygular sadece “yaşanır”. Bazı soruların hemen cevabı yoktur.
Yavaşlamak, kendimize yeniden alan açmaktır. Bir gün boyunca hiçbir şey üretmeden, sadece var olmanın da değerli olduğunu hatırlamaktır.
Ve belki de en önemlisi:
İyileşmenin hızda değil, sakinlikte başladığını kabul etmektir.
Bu hafta kendinize küçük bir alan açın.
Telefonunuzu kapatın, sessiz bir köşe bulun, sadece nefes alın.
Ne üretmek, ne düşünmek zorundasınız.
Sadece “var olun”.
Çünkü bazen iyileşme, hiçbir şey yapmadan da başlar.
Mevsim geçişleri sadece doğayı değil, ruh halimizi de etkiler.
Yazın enerjik, hareketli, dışa dönük hali yerini sonbaharın dinginliğine bırakırken; bedenimiz ve zihnimiz de bu değişime uyum sağlamaya çalışır. Aslında doğanın döngüsüyle bizim içsel döngümüz arasında görünmez bir bağ vardır.
Sonbaharda günler kısalır, güneş ışığı azalır. Bu durum sadece havayı değil, beynimizdeki kimyasal dengeleri de etkiler. Serotonin ve dopamin düzeylerindeki değişim, bazen motivasyon düşüklüğü, yorgunluk ya da duygusal dalgalanmalar olarak karşımıza çıkar. Özellikle bu dönemde “hiçbir şey yapasım yok” hissi sıkça duyulur.
Bu, zayıflık değil; doğanın ritmine verilen doğal bir yanıttır.
Birçok kişi bu dönemi hüzünle ilişkilendirir.
Oysa sonbahar bize yavaşlamayı, derin nefes almayı ve iç sesimizi duymayı hatırlatır.
Hızlı geçen günlerin ardından gelen bu durgunluk, aslında ruhsal bir dinlenme alanıdır.
Yazın koşuşturmacasından çıkıp yeniden kendimizi duymak için bir fırsattır.
Bu süreçte doğanın içindeki değişime tanıklık etmek — sararan yaprakları izlemek, gün batımına birkaç dakika fazla bakmak, biraz sessizlikte kalmak — psikolojik olarak da dengeleyici etki yaratır. Çünkü insan zihni, doğanın ritmiyle uyumlu olduğunda kendini daha bütün hisseder.
Sonbahar, bizden bir şeyleri bırakmamızı ister:
Fazla yükleri, hızla tüketilen zamanı, bazen de kendimize yönelmekten alıkoyan koşuşturmayı.
Bırakmak, kaybetmek değildir; yeniden yer açmaktır.
Tıpkı doğanın yeni döngüsüne hazırlanması gibi, biz de kendi iç dünyamızı kışa, dinginliğe ve yenilenmeye hazırlamış oluruz.
Sonbaharı hüzünle değil, farkındalıkla karşılamak ruhsal dayanıklılığımızı güçlendirir.
Her yaprak dökümü, bir iç sessizliğe davet gibidir.
Ve belki de o sessizlikte, en çok kendimizi duyarız.
Hepimiz ilişkilerimizde huzur, bağlılık ve güvenlik ararız. Ancak günümüzün teknolojik olanakları ve artan belirsizlik hissi, bu arayışı tehlikeli bir yöne çekebiliyor: Kontrol Etme İsteği.
“Neredesin?” mesajlarının anında cevaplanma zorunluluğu, konum paylaşma uygulamaları, eski mesajları karıştırma dürtüsü… Bunların hepsi, sevgi ve bağlılık maskesi altında gizlenmiş bir güvensizlik sarmalıdır. Bir ilişkiyi sağlam yapan şeyin, partneri her an denetlemek değil, ona şüphe duymadan inanmak olduğunu ne zaman unuttuk?
Kontrol etme ihtiyacı, karşı tarafa duyulan güvensizlikten çok, genellikle kendi içimizdeki kaygı ve güvensizlikten beslenir. Kontrol, çoğu zaman güven eksikliğinin savunma biçimidir.
Birini kontrol ettiğimizde, içimizdeki belirsizliği azaltmaya çalışırız. Çünkü belirsizlik kaygı yaratır; kaygıyı bastırmanın en hızlı yolu da denetimdir.
Kontrol arttıkça ilişki daralır, nefes alanı kalmaz. Buna ek olarak kontrol ettikçe güveni daha da zedeleriz.
Bir partneri sürekli kontrol ettiğinizde ona şu mesajı verirsiniz: “Sana inanmıyorum. Yalnız kaldığında doğru seçimleri yapacağına güvenmiyorum. İlişkimizin güvenliği, benim denetimimde olmana bağlı.” Bu, sevgi dolu bir bağ değil, bir iktidar mücadelesi ve nihayetinde bir ilişkisel şiddet biçimidir.
Psikolojide güven, bir “risk alma davranışı” olarak tanımlanır. Yani güvenmek, tamamen emin olmamak ama yine de kendini teslim etmeyi seçmektir. Bu, zayıflık değil ilişkisel cesarettir. Çünkü güvenin olmadığı yerde, sevgi sadece bir beklentiye dönüşür. Partnerinizden gelen her telefon, her geç cevap, bir sorgulama malzemesi haline gelir. İlişkinin dinamikleri, keyifli paylaşımlardan ziyade, sürekli bir savunma ve kanıt toplama sürecine evrilir.
Güven partnerinizin yanında olmadığınızda ne yaptığını bilmemeyi kabul etmektir. Bu, bir ihmal değil, saygı ve olgunluk göstergesidir. Güven, partnerinize “Sen kendi başına bir bireysin, kendi kararlarını verebilirsin ve ben bu kararlara saygı duyuyorum” demektir. Bu özgür alan, ilişkinin nefes almasını sağlayan oksijendir.
Kontrol, kısa vadede anlık bir rahatlama sağlayabilir, ancak uzun vadede ilişkiyi boğar. Güven ise başlangıçta biraz riskli hissettirse de, zamanla bağı güçlendirir ve derinleştirir. Birbirine güvenen iki birey, enerjilerini kanıt toplamak yerine, ortak hayaller kurmaya ve birbirlerini desteklemeye harcar.
Bir ilişkinin sağlamlığı, iki kalbin karşılıklı saygı ve inancıyla ölçülür. Güven, bir denetleme sistemi değil, bir ilişki sanatı ve ruh sağlığının en önemli göstergesidir.