Necdet Bilirer

Necdet Bilirer

16 Eylül 2025 Salı

ÖZGÜL İRADEDEN ÖZGÜR İRADEYE: HAYAT

ÖZGÜL İRADEDEN ÖZGÜR İRADEYE: HAYAT
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Evet değerli okurlar,

İrade üzerine yazarken, yalnızca bir kavramdan değil, kendi yolculuğumdan da bahsediyordum. Uzun süre boyunca kendi başlangıç noktamı, aidiyetimi, köklerimi, benliğimi ve benden ötesini birbiriyle çarpıştırdım. Bu yalnızca kendimle olan bir kavga değildi; hayatla olan bir kavgaya dönüştü. Kimi kez reddettim, kimi kez inkâr ettim. Kimi kez göç ettim, kimi kez yeni bir toprak, kimi kez de bir yol aradım. Ve ne zaman ki bir yere konumlandım, ne zaman ki bir toprağa ayak bastım, işte o anda sırtımda taşıdığım bütün yükleri yere bırakabildim.

İrade üzerine yürüttüğüm yazılarda bana, “fazla genel, fazla öğüt verici” olduğum söylendi. Ama şimdi anlıyorum ki, irade felsefi bir tartışmadan çok daha fazlasıdır. İrade, yaşama dair bir iddiayı, var olma direncini anlatmak istediğim bir kavramdır.

Hayat öyle hazır kalıplarla önümüze serilmiş bir masa değildir. Hayat, bir örüntüdür: kimi zaman tali yollara açılan bir cadde, kimi zaman kuytu bir sokağın loş ışığı, kimi zaman da büyük bir kentin kimliğine damgasını vuran ana arterler gibi. İşte bu örüntüler arasında bir arayış vardır. Bir oluş, bir yolculuktur. Ve her yolculuğun bir başlangıcı vardır: bir karar, bir adım, bir nefes.

Sabahın köründe çocuğunu okula yetiştiren bir annenin iradesi… Gün boyu alın teri döken bir işçinin direnci… Gece lambası altında kalem tutan bir öğrencinin azmi… İşte hepsi o başlangıcın izleridir.

Ama soruyorum sizlere: Bu başlangıcın ardında hangi büyüme arzuları gizli? Konudan konuya, daldan dala savrulmuş mu yaşıyorsunuz, yoksa bir temel üzerine kök salıp kendi örüntünüzü mi oluşturuyorsunuz?

Yaşam bir meydan okumadır. Bir direniştir. Peki, siz sırtınızda taşıdığınız yükleri bırakmaya, kendinizi ve dünyayı yeniden keşfetmeye ne zaman cesaret edeceksiniz?

Bir adım atmak için küçük bir cesaret yeterlidir. O adımı attığınızda, tıpkı Yunus’un sırtında taşıdığı odunu bırakarak ilahi aşka yürüyüşe geçtiği gibi, siz de kendi yüklerinizi bırakabilir ve yeniden doğabilirsiniz.

Yaşam, işte o anda başlar: farkındalık, özgürlük ve iddia bir araya geldiğinde. Sormak, sorgulamak ve adım atmak… Bunlar sizin elinizde.

Peki, o adımı atmaya hazır mısınız?

Düşüncelerinizi ve hislerinizi benimle paylaşmak isterseniz, bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz. Birlikte düşünmek ve yol almak dileğiyle.

Devamını Oku

İradenin Zindanından Yeniden Doğuşa

0

BEĞENDİM

ABONE OL

Merhaba değerli okurlar,

Bu kez kaleme aldığım yazı, bir dostumun bana gönderdiği kısa ama sarsıcı bir metinden ilham aldı. Onun birkaç satırı, yıllardır akılla ve kavramlarla anlatmaya çalıştığımız şeyleri, tek bir nefeste somutlaştırarak özetliyordu. İşte o satırlar:

“İstediğim ne varsa olmuş, korktuğum ne varsa geçmişti. Sonunda evi istediğim renge boyamış ve manzaramı kendim seçmiştim. Hep istediğim o klimayı da almıştım. Artık hayat istediğim iklimdeydi. Dünyanın renginin ve hatta tüm mevsimlerin insanın nazarında olduğunu anladığım o basitlik içinde, mutluydum. ‘İrade’yi ‘denge’ ile buluşturmuş, neredeyse olmuştum. Ne var ki, nabzımın attığını da unutmuştum.

Kendi baharımda oyalandığım o günlerin birinde, sen elinde bir demet sarı lale, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle gelmiştin. Ayrılığı öğreten çiçekler ve kavuşmayı anlatan gülümsemenle ‘tezatlıktır, her şeyi öğreten’ diyordun. Her şey yeniden tanımlanıyor ve bütün temsiller anlam değiştiriyordu. Bir yerlerde birileri yeni bir besteye başlamıştı. Duyuyordum. İlk kez parka giden bir çocuk gibi irademden kopup dengenin savrulduğu o yere doğru koşuyordum. Ve o güne dek öğrendiğim her şeyin enkazının altında, ilk kez nefes alıyordum. ‘Yaşamak’ diyordum; hayattan münezzeh, iradeden yoksun, hafızaya karşı… Yunus’un kırk yıl sırtında taşıdığı odunu atması gibi, tuğla tuğla örüp boyadığım o duvarı yıkıyorken, ben ilk kez yeniden doğuyordum.”

Bu satırlar, bize önemli bir gerçeği hatırlatıyor:
İnsan, kendi isteğiyle hayatını düzenleyebilir, eşyaları seçebilir, evini boyayabilir, mevsimleri değiştirecek araçlar edinebilir. Fakat tüm bu düzenin içinde kalbin atışını, hayatın canlılığını unutabilir. Hayat bazen fazla planın, fazla kontrolün içinde sessizleşir.

Ve tam da böyle bir anda, beklenmedik bir karşılaşma her şeyi yerle bir edebilir. Ayrılığı hatırlatan bir çiçek, kavuşmayı anlatan bir gülümseme… İşte o tezat, insanı yeniden uyandırır. Kendi kurduğumuz düzenin duvarlarını yıkar ve bize yeniden nefes aldırır.

Gerçek yaşamak, çoğu zaman duvarların içinde değil, o duvarlar yıkıldığında başlıyor. Bizim “dengemiz” dediğimiz şey bazen sadece bir hapishane oluyor. O hapishaneden çıkabildiğimizde, aslında yeniden doğuyoruz.

Yunus Emre, kırk yıl sırtında odun taşıdı; odunların hiçbirinin eğri olmamasına dikkat ederek. Sonra bir gün o odunu sırtından indirdi. Bu bırakış, aslında bir teslimiyet ve ilahi aşka yürüyüşün sembolüydü. Bizim de kendi ellerimizle ördüğümüz duvarları yıkmamız, sırtımızdaki “odun”u bırakmamız gerekiyor. Çünkü gerçek özgürlük, yüklerden ve dayatılmış dengelerden sıyrıldığımızda başlıyor.

Belki sizin hayatınızda da kendi ellerinizle ördüğünüz duvarlar vardır. Ve belki de bir gün, hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkan bir ayrıntı—bir çiçek, bir söz, bir bakış—o duvarları yerle bir edecek. İşte yaşamak, tam da o anda başlayacak.

Görüşlerinizi paylaşmak isterseniz bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.

Birlikte düşünmek ve birlikte yol almak dileğiyle…

Devamını Oku

MODERN KUŞKUCULUK: YARGIDAN KAÇIŞ MI, ANLAMDAN KAÇIŞ MI?

MODERN KUŞKUCULUK: YARGIDAN KAÇIŞ MI, ANLAMDAN KAÇIŞ MI?
2

BEĞENDİM

ABONE OL

Antik Yunan’ın bilge filozofları için kuşkuculuk, bir varış noktası değil, doğru bilgiye ulaşmak için kullanılan bir yöntemdi. Pyrrhon, her iddiaya karşıt bir iddia bulunabileceğini fark etmiş ve bu nedenle yargıyı askıya alarak içsel dinginliğe, yani ataraksia’ya ulaşmıştı. Bugün ise modern insan tam tersi bir çıkmazda: sınırsız bilgiye erişmesine rağmen, bu bilgi kalabalığının içinde neye inanacağını bilemiyor. Kuşku artık huzur değil, derin bir anlamsızlık getiriyor.

Antik Kuşkuculuk Bir Yöntemdi, Moderni Bir Sonuç

Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, bilginin başlangıç noktasını işaret ederdi. Kuşkuculuk da zihni arındıran bir yöntemdi. Fakat çağımızda yalan haberler, reklam, moda, manipülasyonlar ve algoritmalarla yönlendirilen gündemler karşısında kuşku, bir araç olmaktan çıkmış, ulaştığımız nihai bir sonuç haline gelmiştir.

Bu da bizi iki uçuruma sürüklüyor:

Hiçlik (Nihilizm) Uçurumu: Bilimin ideolojilere hizmet ettiği, güçlü olanın adaletinin geçerli olduğu, kayırmacılığın kural haline geldiği bir dünyada “doğru” ya da “adil” kavramları anlamsızlaşır. Bu, insanı direnişten değil, eylemsizliğe sürükleyen bir yorgunluğa iter.

Determinizm Uçurumu: Algoritmaların ve güç odaklarının tercihlerimizi belirlediği düşüncesi, bireyin kendi iradesini bir yanılsama olarak görmesine yol açar. Bu da kişiyi pasif bir figürana dönüştürür.

Modern Kuşkuculuğun Kaynağı: Bilgi Deryasının Hırçın Dalgaları

Antik kuşkucular için dogmalar huzursuzluğun kaynağıydı; bizde ise tam tersi. Dogmaları kaybettik ama dinginlik yerine güvensizlik kazandık. Bugün modern kuşkuculuk, bilgi deryasının hırçın dalgalarından doğuyor:

Bilimin ve teknolojinin endüstriye hizmet etmesi: Arzularımızın dahi bize ait olmadığı hissini doğuruyor. Schopenhauer’in de dediği gibi, “İnsan istediğini isteyemez.” Çünkü arzularımız bile büyük bir endüstrinin şekillendirmesiyle ortaya çıkıyor ve bu gerçeklik, bireyin özgürlük algısını sınırlandırıyor.

Gücün adaleti ve kayırmacılık: Bireyin çabasını anlamsız kılıyor.

Ekonomik bağımsızlığın olmayışı: Kişiyi sürekli tüketime zorlayarak özgürlükten uzaklaştırıyor.

Böylece, Pyrrhon’un “yargıyı askıya alması” dinginlik getirirken, bizim kuşkularımız eylemsizliği ve hayatın askıya alınmasını doğuruyor.

Kuşku, Sentezi Öğretebilir mi?

Yine de kuşku bütünüyle yıkıcı olmak zorunda değil. Anlam, zıtlıkların içinde belirir; karşılıklılık esası ile var olur. Kuşku da, mutlaklığa saplanmamızı engellediği ölçüde bir sentezin kapısını aralayabilir.

Belki modern kuşkuculuğun en büyük faydası, bize kesinlik yanılsamasından kaçınmayı öğretmesidir. İnsanın kendi ördüğü konfor duvarlarını yıkması, “özgül iradeden” “özgür iradeye” geçişin ilk adımıdır. Çünkü kuşku, doğru kullanıldığında bir felç değil, bir arınma aracıdır.

Devamını Oku

GÖLGE: MODERN ZİNCİRLER KARŞISINDA İÇSEL ÖZGÜRLÜĞE YÜRÜYÜŞ

GÖLGE: MODERN ZİNCİRLER KARŞISINDA İÇSEL ÖZGÜRLÜĞE YÜRÜYÜŞ
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Kimim Ben?
Ben bir taş ustası değilim,
Hatay sokaklarında çığırtkanlık yapan,
Ki burası da Roma değil.
Üstelik aklını da çeldiğim yok kimsenin.

Dostlarım bana şair güzellemesi yaparlar.
Velev ki ben şairim,
Kalemimden dökülen de şiir…

Güneşi ellerimde tutuyorum,
Fulardır boynundaki zincir.

Kurtulacak mıyım paslı düşüncelerden?
Arınacak mı benden onca kir?
Peki söküp atabilecek miyim içimdeki öfkeyi?
Akıp gidecek mi dilimdeki zehir?

—Gölge—

Merhaba değerli okurlar,

Bu dizeler, asırlar öncesinden gelen felsefi bir yankı taşıyor. Taş ustası Sokrates’in babasından Hatay sokaklarına, oradan da Roma’ya uzanan bir sorgulama. Ancak dizelerin en çarpıcı noktası, modern zamanın paradoksunu barındırıyor: “Fulardır boynundaki zincir.” Zincirler artık, bileğimizi kesen prangalar değil; boynumuza bir statü sembolü olarak taktığımız, fakat bizi özgür bırakmayan ipek fularlar.

Tam da burada felsefe bize bir yol haritası sunar: Stoacılık. Bu öğreti mutluluğu dışsal koşullarda değil, içimizde inşa edilmesi gereken bir “kale” olarak görür. O kalenin gücü ise, iki zıt hayatın bize bıraktığı derslerde gizlidir.

Birinci Yürüyüş: Kölelikten Bilgeliğe, Epiktetos’un Dersi

Epiktetos, günümüz Türkiye’sindeki Hierapolis’te köle olarak doğdu. Fiziksel engeli ve güçsüzlüğüne rağmen en ağır acıya karşı metanetini koruyabildi. Rivayete göre, sahibi bacağını bükerken “Kırılacak” demiş, kırıldığında ise “Kırıldı işte” diyerek acıyı üzerinde kontrolü olmadığı bir gerçeklik olarak kabullenmiştir.

Onun zincirleri gözle görülürdü, ancak zihnine kimse zincir vuramamıştı. Epiktetos, asıl esaretin dışsal koşullarda değil, “paslı düşünceler” ve “içimizdeki öfke” gibi duygusal zincirlerde olduğunu gösterdi. Bilgece yaklaşımı şuydu: “İnsanları rahatsız eden şeyler, olayların kendisi değil, onların olaylar hakkındaki görüşleridir.”

İkinci Yürüyüş: Kargaşadan Sükûnete, Marcus Aurelius’un Arayışı

Epiktetos’un öğretilerini benimseyen bir diğer figür ise Roma İmparatoru Marcus Aurelius’tu. Dünyanın en güçlü insanıydı; zincirleri yoktu, ama kargaşası çoktu. Bitmeyen savaşlar, saray entrikaları ve ağır sorumluluklar arasında içsel huzuru sürekli tehdit altındaydı.

Her sabah “Meditasyonlar” adlı günlüğüne kendi ruh halini yazması, onun da bir kale inşa etme ihtiyacını gösterir. O, dış dünyanın kaosuna rağmen içsel sükûneti korumaya çalıştı. Kendi kendine şu hatırlatmayı yapardı: “Sabah uyandığında, insan olarak yapman gereken işin seni beklediğini düşün.”

Köle, İmparator ve Biz

Epiktetos’un zincirleri, Marcus Aurelius’un kargaşası bugün bize ne anlatıyor? Bizler ne bir köleyiz ne de bir imparator. Ancak görünmez zincirlerle bağlıyız: sosyal medyanın sunduğu sahte mutluluklar, tüketim hırsı, başkalarının hakkımızdaki yargıları… Bu zincirler, şiirdeki “içimizdeki öfkeyi” ve “dilimizdeki zehri” çoğaltıyor.

Bu iki farklı yürüyüş, aynı dersi hatırlatıyor: Gerçek özgürlük dışsal statüden, maldan veya mülkten bağımsızdır. Asıl zafer, dışarıdaki fırtınayı susturmak değil, içimizde yıkılmayan bir sükûnet kurmaktır. İşte o an, “paslı düşüncelerden” arınır, kendi irademizin mimarı oluruz. Belki gölgelerden bütünüyle kurtulamayız, ama ışığı onların üstüne taşıyabiliriz.

Bu içsel özgürleşme, sadece bireysel bir yolculuk değildir. Stoacılığın en temel ahlakı, “dünya vatandaşı” olmaktır. İçsel kalenizi inşa ettikten sonra, bu gücü topluma hizmet etmek, adaletsizliklerle mücadele etmek ve çevrenizdeki insanların yaşamına dokunmak için kullanırsınız. Çünkü Epiktetos’un söylediği gibi, önce kendi ruhunuzu düzenleyip, sonra bu gücü, “bir orman gibi kardeşçe yaşamak” için kullanırsınız.

Köşe yazılarımda sizlerden gelen soruları, düşünceleri ve merak ettiğiniz konuları birlikte ele almak isterim.

Görüşlerinizi paylaşmak isterseniz, bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.

Birlikte düşünmek, birlikte yol almak dileğiyle…

Devamını Oku

GÖLGENIN GÜCÜ, ZINCIRIN RAHATLIĞI

GÖLGENIN GÜCÜ, ZINCIRIN RAHATLIĞI
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Merhaba değerli okurlar,

Daha önce “İradenin Modern Dansı”nda Schopenhauer’ın felsefesiyle modern hayatın hengâmesini, hırsını ve huzursuzluğunu ele almıştık. “Kardeşçe Yaşam”da bu hengâmenin karşısına, bir orman gibi dayanışmanın özlemini koymuş; “Pusula Kimde?”de ise bu kaosta yolumuzu kaybetmemek için içimizdeki hakiki pusulanın peşine düşmüştük.

Bugün, bütün bu soruların cevabını içinde barındıran kadim bir hikâyeyi, Platon’un Mağara Alegorisi’ni günümüzün aynasına tutarak ele alacağız.

Platon’un meşhur Mağara Alegorisi, zincire vurulmuş insanların yalnızca bir duvara yansıyan gölgeleri görerek büyüdükleri bir sahneyle başlar. Bu insanlar, gerçekliğin sadece o gölgelerden ibaret olduğunu sanır. Zincirlerinden kurtulup dışarı çıkan biri, önce ışığa kör olur; ama zamanla hakikati görmeye başlar. Gerçekliği tüm çıplaklığıyla gördüğünde, yeniden mağaraya dönüp bunu anlatmak ister. Ancak içeridekiler onu anlamaz, dışlar, hatta tehlikeli bulurlar. Çünkü zincirin rahatlığı, hakikatin zahmetinden daha güvenlidir.

Platon’un zincire vurulmuş mahkûmları, bugün hepimizin az çok içinde yaşadığı konfor alanı mağarasının sakinleridir. Bu mağaranın duvarına yansıyan ve gerçek sandığımız o gölgeler; popüler kültürün geçici hazları, parasal saadet ve tüketimin getirdiği sahte mutluluk algısıdır. Bizler, bu gölgelerin peşinde koşarken, bizi onlara bağlayan zincirleri görmeyiz.

Bu zincirler artık gözle görünür prangalar değil; ekonomi, siyasi ve fikrî otoriteler, popüler kültür, sistem, dijital yalnızlık ve hırs gibi kavramlardan örülmüş birer koşullanma bütünü hâline gelmiştir. Oysa bu zincirler, bizi bir orman gibi birlikte büyümekten alıkoyan, pusulamızı dışarıdaki gürültüye teslim etmeye zorlayan ve irademizin yönünü şaşırtan modern zaman dayatmalarıdır.

Mağarayı aydınlatan ve bu gölgeleri yaratan ateş ise; lüks ve şatafatla beslenen, bitmek bilmeyen bir tüketim çılgınlığıdır. Sahip oldukça eksilip, gösterdikçe yalnızlaştığımız o kısır döngünün yakıtıdır bu ateş. Aynı zamanda güç ve sermaye sahipleri, bu ateşi büyütmek ve gölgeleri diri tutmak için dini, bilimi ve teknolojiyi sürekli kullanır.

Ancak bir gün, içimizdeki o gerçek irade —yani “çocuk” saflığı— zincirlerini kırmayı başarır ve mağaranın dışına doğru yürümeye başlar. İlk başta gözleri kamaşır, gördükleri gerçeğe inanamaz. Ama sonunda, gözleri alıştığında, gölgelerden ve ateşten arınmış bir dünyaya adım atar; evrenin o kusursuz uyumunda kendi rengini ve sesini tanır. Burada birey, toplum ve doğa bir bütün olarak uyum içinde eşsiz bir koreografi sergiler. Bu dünyanın ışık kaynağı olan Güneş ise, nihayet aradığımız hakikat, ruhumuzdaki öz ve gerçek insandır. İşte o an, kendi irademizin yegâne kalemiz olduğunu anlar; dışarıdaki fırtınanın değil, kendi içimizde kurduğumuz sükûnetin asıl zafer olduğunu öğreniriz.

İşte o an, kendi pusulamızın yönünü bulur ve irademizin dansını kendi müziğimizle icra etmeye başlarız.

Ne var ki, bu aydınlanmış ruhun mağaraya geri dönüp içeridekilere bu gerçeği anlatma çabası, “Kardeşçe Yaşam” hasretini bir kez daha canlandırır. Ancak gölgelerden başka bir şeye inanmayanlar, tıpkı Sokrates’e yapıldığı gibi, ona inanmazlar. Hatta onu tehlikeli bulup dışlarlar. Bu noktada, o acı gerçek bir kez daha belirir:
“Ancak gölgeler en çok, ışığı gösteren gözleri kısmak ister.”

Modern insanın bu bitmek bilmeyen hengâmesi, hırsı ve huzursuzluğu ancak zincirlerinden kurtulup, gölgelerin gücünü fark ettiğinde son bulabilir. Asıl pusula, dışarıdaki gürültüde değil; mağaranın dışında parlayan o hakikatin ta kendisindedir.

Siz ne düşünüyorsunuz?
Köşe yazılarımda sizlerden gelen soruları, düşünceleri ve merak ettiğiniz konuları birlikte ele almak isterim. Görüşlerinizi paylaşmak isterseniz, bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.

Birlikte düşünmek, birlikte yol almak dileğiyle…

Devamını Oku