04 Kasım 2025 Salı
ÇAKIR: HATAYSPOR’U ENKAZDAN BİRLİKTE ÇIKARACAĞIZ
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
YIKILAN EVLER DEĞİL, UMUTLARIMIZDI
EKRANLARDAKİ ZEHİR!
Kirli siyaset ne mi?
KA154/BİRLİKTE BÜYÜMEK: BİR PROJEDEN DAHA FAZLASI
Önceki yazımızda, yalnızlığın panzehirini “biz” olmanın kudretinde aramıştık.
Oysa “biz” olma yolculuğunun önündeki en büyük engel, eylemsizliğe sığınan o pasif gözlemci ruhtur.
Bu, çağımızın en büyük paradokslarından biridir:
Hem sürekli şikâyet edeceğiz, hem de o şikâyet ettiğimiz durumun değişmesi için kılımızı bile kıpırdatmayacağız.
Bu sadece bir tembellik değil; derin bir varoluşsal ikiyüzlülüktür.
Eleştirinin Uyuşturucu Konforu
Pasif gözlemcilik, görünmez bir konfor alanıdır. Çünkü eleştirmek kolay, sorumluluk almak zordur. Parmağımızı sallayarak suçluyu işaret ettiğimizde, sanki üzerimizdeki yükten kurtulmuş gibi hissederiz. Oysa sürekli şikâyet, tıpkı bir uyuşturucu gibidir:
Anlık bir rahatlama sağlar ama bizi gerçek eylemden, değişimden ve vicdani dönüşümden uzaklaştırır.
Ne kadar çok “sistem kötü” dersek, o kadar haklı hissederiz.
Ve ne kadar haklıysak, o kadar hareketsiz kalma hakkımız olduğunu düşünürüz.
Bu, farkında olmadan özgür irademizi felç eder.
Oysa özgür irade sadece “ne yapmayacağımıza” karar vermek değil, “ne yapacağımıza” dair o zorlu çabayı gösterebilmektir.
İyileşme ihtimali yüzde yüz olmasa da, imkânsızı mümkün kılma çabasıdır irade.
İradesizlik ve Ortaklık
Gönüllülük, toplumsal sorumluluk ya da bir iyilik girişimi…
Bunlar yalnızca sistemdeki kusurları gidermek için değil,
o kusurlara ortak olmamak için verilen bilinçli bir mücadeledir.
Sorunlar elbette vardır. Ama bu sorunlara seyirci kalmak,
bizi o sorunun pasif ortağına dönüştürür.
Ne zaman ki “bana ne” demek yerine “bana düşen nedir?” diye sorarız,
işte o zaman bireysel kudretimiz yeniden canlanır.
Gerçek güç, mükemmel bir sistemi beklemekte değil;
eksik, kusurlu ve aksak bir dünyaya rağmen
kendi küçük çabamızla fark yaratabilme cesaretinde yatar.
Eğer bir sistem kötüyse, onu eleştirmek kolaydır.
Zor olan, o eleştirinin yüklediği sorumluluğu taşımaktır.
Unutmayın; şikâyet bir başlangıçtır,
ama çaba bir sonuçtur.
Kendi varoluşumuzun onurunu korumak istiyorsak,
elimizi taşın altına koymak zorundayız.
Peki siz,
şikâyet fanusunuzdan çıkıp o küçük ama anlamlı çabayı göstermeye ne zaman başlayacaksınız?
Birlikte düşünmek dileğiyle…
Duygu ve düşüncelerinizi [email protected] adresine iletebilirsiniz.
Dayanışmanın Varoluşsal Çağrısı
Her şey “kendin ol” çağrısıyla başladı.
Modern hayat, bize sürekli olarak içimize dönmeyi, kendimizi mükemmelleştirmeyi, kendi bireysel fanusumuzda parlamayı öğütledi. Kariyer basamakları, kişisel gelişim kitapları, dijital sahneler… Her şey, bizi “ben”in zirvesine çıkarmak için kurgulandı.
Ama o zirvede, beklenmedik bir duyguyla karşılaştık: Varoluşsal Yalnızlık.
Tüm kusursuzluğumuza rağmen içimizdeki o derin boşluğu dolduramadık. Bir zamanlar kırılganlığımızı gizlemeye iten o bireycilik, şimdi bizi sessiz bir enkazın ortasında bıraktı. Çünkü insan, kendini sadece bireysel bir başarı hikayesi olarak tanımladığında, aslında en büyük gücünden “aidiyet duygusundan” kopmuş olur.
Gönüllülük: Boş Zamanı Doldurmak Değil, Varoluşa Dokunmak
Gönüllülük, çoğu zaman “boş zamanı değerlendirmek” ya da “iyilik yapmak” olarak görülür. Oysa bu eylem, bundan çok daha derin bir varoluşsal ihtiyacı karşılar. Çünkü insan, iyiliği yaptığı kişiden çok, o eylemle kendi insanlığını hatırlar.
Gerçek özgürleşme, yalnızca kendin için yaşamaktan vazgeçmekle başlar.
Kendi küçük dertlerimizin girdabından çıkıp, başkasının acısına el uzattığımız o an, dünya ve kendimiz hakkındaki algımız değişir. Tıpkı bir nehrin sadece kendi yatağında akmaktan vazgeçip, çevresindeki toprakları yeşertmesi gibi…
Gönüllülük, sadece dışarıya değil, aynı zamanda içeriye yapılan en büyük yatırımdır. Başkasına zaman ayırdığımızda, aslında kendi varoluşumuza anlam katmış oluruz.
Varoluşun Anlamı ve “Biz” Olmanın Kudreti
Peki neden başkası için çabalamak bizi iyi hissettirir?
Çünkü insan, büyük bir bütünün parçası olmak için yaratılmıştır. Bireysel irademiz, toplumsal bir fayda ürettiği, yani başkasının hayatına dokunduğu anda anlam kazanır.
Yaptığımız eylemlerin kendi küçük dünyamızın sınırlarını aştığı o an, yalnızlık sessizliğe bürünür.
Gerçek kudret, mükemmel olmaya çalışmakta değil; kusurlarımızla birlikte bir araya gelip, ortak bir amaç için çabalamakta yatar. “Ben” olmanın getirdiği ağır yük, “Biz” olmanın hafifliği ve gücü karşısında erir.
Eğer hayatınızdaki o görünmez boşluğu, o varoluşsal yalnızlığı yenmek istiyorsanız, çözüm kendi içinize kapanmakta değil; dışarıya, topluma dönmektir.
Peki siz, yalnızlığın panzehiri olan o “Biz” olma kudretini hayatınızın hangi yerine sığdıracaksınız?
Duygu ve düşüncelerinizi [email protected] adresi üzerinden bana iletebilirsiniz.
Birlikte düşünmek dileğiyle…
Mükemmeliyet Tuzağı: “Mış Gibi” Yaşanan Hayatlar ve Sahte Onay
Bir ekran açıldığında, dünya değişir. Karşımızda her şey kusursuzdur: pürüzsüz tenler, eksiksiz kahkahalar, mükemmel tatiller, zirvede biten kariyerler… Sanki herkes, hayatın bütün parçalarını kusursuzca yerleştirmiştir.
Önceki yazılarımda, içimizdeki zalim yargıcın bizi nasıl ertelemeye mahkûm ettiğini, başarıdan sonra bile içimize şüphe tohumları ektiğini konuşmuştuk. Ama o yargıç tek başına hükmetmez; dışarıdan da güçlü bir besleyiciye sahiptir: Dijital dünyanın dayattığı kusursuzluk miti.
GÖRÜNMEZ ZİNCİRLER VE SAHTE BENLİK
Bu illüzyonda, hayat bir performans sanatına dönüşür. Paylaşılmayan an, yaşanmamış sayılır. Sıkıntılar filtrelenir, kusurlar gizlenir. Ve hepimiz, mutlu ve başarılı görünmeye mecbur kalırız.
Bu sürekli sahneleme hali, bizi kendi özümüzden uzaklaştırır. Başkalarının beğenisini almak uğruna, kendi özgül irademizi sessizce teslim ederiz. Sanki her “beğeni” bir onay, her yorum bir kabul mührü gibidir. Ne kadar çok onay alırsak, taktığımız maskenin o kadar gerçek olduğuna inanmaya başlarız.
Fakat bu döngüde, içimizdeki yargıç fısıldar: “Bak, herkes ne kadar kusursuz. Sen neden değilsin?”
Oysa dijitalde gördüğümüz o kusursuzluklar, çoğu zaman bir gerçeği gizler: Binlerce denemenin, sayısız filtrenin, hatta derin bir kaygının ürünüdür hepsi. Onlar sadece birer görüntüdür; cilalanmış bir vitrinin ardındaki kırık aynalardır.
FİLTRESİZ HAYATIN CESARETİ
Peki bu illüzyonun zincirlerini nasıl kırabiliriz? Belki de en basit ama en zor adımla: Kusurluluğumuzu kucaklayarak.
Kusurlu bir benliğin, filtrelenmiş bir hayattan daha değerli olduğunu fark ettiğimizde özgürleşmeye başlarız. Çünkü gerçek bağlar, mükemmeliyetin değil, samimiyetin zemininde kurulur.
Belki de bu çağın en büyük isyanı, filtresiz bir fotoğraf paylaşmakla değil, filtresiz bir cümle kurmakla başlar. Gerçek anlamda görülmek, kusurlarımızla birlikte kabul edilmek demektir.
SON SÖZ
Eğer özgür irademizi geri kazanmak istiyorsak, önce bu dijital maskeyi indirmeliyiz. Başkalarının beklentilerinden örülmüş bir fanusta, kimse gerçekten özgür olamaz.
Peki sizin de görünmez bir not defteriniz, sürekli kulağınıza fısıldayan bir yargıcınız var mı? Ve siz, o fısıltının arasından kendi sesinizi duyabiliyor musunuz?
Duygu ve düşüncelerinizi [email protected] adresi üzerinden bana iletebilirsiniz.
Birlikte düşünmek dileğiyle…
Başarının Zehirlendiği An: Kendine Şefkati Çalınan Ruhlar
Bazı anlar vardır… O zorlu sunum biter. O kritik proje teslim edilir. Dışarıdan bakıldığında her şey kusursuzdur, alkışlar duyulur. Tam da o anda, zaferin tadını çıkaracakken içimizdeki o sessiz fısıltı devreye girer:
“Daha iyisi olabilirdi.”
“O küçücük hata neydi öyle, herkes fark etti.”
“Bu sadece şanstı, bir dahaki sefere batıracaksın.”
Bu ses, ertelemeye neden olan ilk korkudan daha sinsi bir düşmandır. O, bizi eyleme geçmeden önce felç eden değil, eyleme geçtikten sonra zehirleyen mekanizmadır: İçimizdeki Zalim Yargıç.
Değersizliğin Görünmez Not Defteri
Önceki yazımda, “mükemmel olmama korkusunun” bizi nasıl ertelemeye mahkûm ettiğini konuşmuştuk. Peki ya o korkuyu aşıp başarıya ulaştığımızda ne olur? İşte mükemmeliyetçiliğin en yıpratıcı döngüsü burada başlar: Başarı, asla bir son durak olmaz; yalnızca bir sonraki eleştirinin başlangıcıdır.
Bu yargıç, sırtımızda taşıdığımız görünmez bir not defteriyle dolaşır. Her anımızı, her başarımızı kaydeder. Ne kadar çabalarsak çabalayalım, o defterde hep altı çizili bir “Eksik” kalır.
Çünkü mükemmeliyetçi için hedef, iyi bir iş çıkarmak değil; hiç hata yapmamaktır. Ve hata yapmadığımızda bile, “daha fazlasını yapmalıydın” diyen o ses susmaz. Bu döngüde işin kendisi değil, benliğimiz sürekli sorgulanır. Kendimizi performansımızla eş tuttuğumuz o an, özgür irademiz felç olur ve yalnızca “kusur avlama” görevine kilitleniriz.
Şefkatin İsyankâr Adımı
Asıl yoran, yaptığımız iş değil; içimizde durmadan hüküm veren bu yargıçtır. O, kendimize duyduğumuz şefkati çalan, bizi sürekli bir yarış atı gibi koşturan bir gardiyan gibidir.
Peki özgürlük nerede başlar? O zalim yargıcın elindeki kalemi kırdığımız yerde. Kusurlu bir çabanın, kusursuz bir bekleyişten daha değerli olduğunu fark ettiğimiz anda.
Gerçek özgürleşme; başarılarımızı tesadüf değil, emeğimizin bir sonucu olarak kabul edebilmekte, kusurlarımıza şefkat gösterebilmekte saklıdır.
Son Söz
Belki sizin de görünmez bir not defteriniz vardır. Her satırında altı çizili “Eksik”lerle dolu, her başarıdan sonra kulağınıza fısıldayan bir yargıç…
Peki ya bir gün, o defteri kapatıp kendinize sessizce “Yeterli” deseniz?
Belki özgürlük, tam da o anda başlar.
Duygu ve düşüncelerinizi [email protected] adresi üzerinden bana iletebilirsiniz.
Birlikte düşünmek dileğiyle…
O İlk Adımı Atmamızın Önündeki Engel: Mükemmel Olmama Korkusu
Bazı anlar vardır… Tam da o önemli işi bitirecekken, parmaklarımız geri çekilir.
Bir cümle eksik kalır, bir hareket ertelenir. İçimizde tanıdık bir ses fısıldar:
“Henüz hazır değilsin. Daha iyi olmalı. Mükemmel olmalı.”
Peki bu ses nereden gelir?
Bir keresinde genç bir meslektaşım, yazmak istediği bir makaleyi defalarca taslak olarak hazırlamış ama bir türlü yayımlayamamıştı.
Sebebini sorduğumda şöyle dedi:
“Ya istediğim gibi olmazsa, ya eksik kalırsa…”
Bu söz, aslında hepimizin içinde yankılanan bir gerçeğe işaret ediyordu.
Mükemmeliyetçilik: Arzu Değil, Korku
Mükemmeliyetçilik çoğu zaman mükemmel olma isteği olarak tanımlanır.
Oysa özünde bu, kusurlu görünme korkusudur.
Zihnimiz sürekli yeni bahaneler üretir:
“Şu eksik, şu zaman doğru değil, biraz daha bekle…”
Yapılacak işin kendisinden çok, onun sonucunda karşılaşacağımız yargılar belirler adımlarımızı.
Bazen hiç başlamayız. Bazen başlayıp bitiremeyiz.
Ve çoğu zaman, en parlak fikirler kusursuzluk korkusunun sessiz zindanlarında kalır.
Mermerin İçindeki Heykel
Bir heykeltıraş, elindeki mermer bloğa ilk darbeyi vurmazsa, eser ortaya çıkmaz.
Ama mükemmeliyetçi zihin, eserin daha ilk darbe öncesinde kusursuz olmasını ister.
İşte tam da bu yüzden, birçok başlangıç doğmadan tükenir.
Aslında kusursuzluk arayışı, eylemin önündeki en görünmez ama en güçlü engellerden biridir.
İçeride, kimselerin duymadığı bir pazarlık başlar:
Başlamak mı, beklemek mi?
Kusurlu olmak mı, hiç olmamak mı?
Kusurluluğun Sessiz Daveti
İlginçtir… Gerçek yaratıcılık, kusurlu adımların üzerine kuruludur.
Hiçbir ilk adım kusursuz değildir.
Ama her gerçek yolculuk, tam da o kusurlu adımla başlar.
Belki mesele “mükemmel yapmak” değil, “korkunun içinden geçmek”tir.
Belki de o iç sesin söylediği her şey, sadece bir geciktirme taktiğidir.
Son Söz
Kusursuzluk korkusu, çoğu zaman farkında bile olmadan bizi görünmez zincirlerle sarar.
O zincirleri fark etmek, belki de ilk özgürleşme adımıdır.
Peki sen, hangi kusurlu adımı erteledin?
Hangi fikir, hangi cesaret, hangi başlangıç hâlâ o görünmez terazinin kefesinde bekliyor?
Duygu ve düşüncelerinizi [email protected] adresine yazabilirsiniz.
Birlikte düşünmek dileğiyle…