25 Kasım 2025 Salı
DEPREMDE YIKILAN BİNANIN ARAZİSİNDE YAŞANAN GÖÇÜKLE TARİHİ SU KANALI ORTAYA ÇIKTI
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
KÖYÜN BİTMEYEN HİKAYESİ: KÜÇÜK ENİŞTENİN SONSUZ FIRILDAKLARI
ANTAKYA'NIN YOK OLAN KÜLTÜR MEDENİYETİNİN TEKRAR AYAĞA KALKMASI:
Kirli siyaset ne mi?
GÖRÜNMEYEN YARALAR: ÇOCUKLARIN DUYGUSAL İHMALİ
Bir şehrin tamamen sustuğu anı tarif etmek kolaydır; ama o sessizlikten yeniden yükselen nefesi anlatmak, ancak yaşayanların bildiği bir derinlik ister. Hatay bugün tam da böyle bir yer: bir gecede dağılan hayatların, sabırla ve hiç durmayan bir çalışmayla yeniden kurulduğu büyük bir dönüşüm sahnesi.
Hatay bugün yeniden nefes almaya çalışırken, bu şehrin hâlâ atlatamadığı acıların ağırlığı sokakların üzerinde hafif bir sis gibi duruyor. Çünkü bu şehir yalnızca binalarını kaybetmedi; hafızasını, ritmini, sokaklarının tanıdık düzenini, insanların günlük hayatını da bir gecede yitirdi. 6 Şubat’ın sessizliğinde zaman da Hatay’la birlikte durmuştu. Evler yıkılmış, yollar kapanmış, sesini en çok seven aileler bile birbirine yabancılaşmıştı. O gün sorular çoktu: “Bu şehir nasıl kalkacak? Kim kaldıracak? Ne kadar sürecek?” Ama hiçbirinin cevabı yoktu.
Cevaplar zamanla ortaya çıktı. Ağır adımlarla, sabırla, bazen geciken bazen hızlanan ama hiç durmayan bir çalışma disipliniyle. Yerel seçimlerin ardından Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı olarak göreve başlayan Mehmet Öntürk için bu süreç bir makamdan çok, şehrin üzerine çökmüş yükü omuzlama meselesine dönüştü. Onun tarzı yüksek perdeden konuşmak değil; sahaya inmekti. Bugün Hatay’da kimle konuşsan “Başkan yine sahadaydı” cümlesini duyarsın. Sabah su hattı incelemesinde, öğlen yol açılışında, akşam pazar esnafını dinlerken, gece yarısı drenaj kontrolünde gördüğünü anlatırlar. Yönetim anlayışı “ofisten idare” değil, “yerinden takip” üzerine kurulu.
Şehrin toparlanma süreci dışarıdan bakan biri için hâlâ zor. Elektrikler bazı bölgelerde aniden kesilebiliyor, internet dalgalanıyor, özellikle yüksek kotlu mahallelerde su hatları ara ara arıza veriyor. Yollar bir gün açılıyor, ertesi gün altyapı nedeniyle tekrar kazılabiliyor. Bu tabloyu anlamak için Hatay’ın nasıl bir yıkımdan çıktığını unutmamak gerekiyor. Burası yerle bir olmuş bir şehir. Sokakların altı karışmış, şebekeler çökmüş, eski düzenin üzerine yeni bir düzen kurulmak zorunda. Böyle bir dönüşümün hatasız olmasını beklemek gerçekçi değil; ama önemli olan ilerlemenin durmaması.
İşte bu nedenle Hatay’da “çalışılıyor” cümlesi son bir yılda en çok duyulan şey oldu. Çünkü çalışmalar gerçekten görünür hale geldi. Yıllarca toplu taşıma otobüsü olmayan bir büyükşehir, bugün kendi otobüs filosunu kurdu. Sadece dolmuşların taşıdığı bir şehirden, yeni güzergâhlar ve düzenli seferlerle ulaşımı düzene giren bir kente geçildi. Bu değişimin değeri dışarıdan fark edilmeyebilir, ama toplu taşıma bir şehirde hayatın ritmini belirleyen unsurdur. Bir işçinin mesaisine yetişmesi, bir öğrencinin okuluna zamanında varması, bir annenin çocuğunu sağlık ocağına götürmesi artık daha öngörülebilir hale geldi.
Aynı dönüşüm iş makinelerinde de yaşandı. Önceden belediye, kiralık iş makineleriyle çalışmak zorundaydı. Arıza olduğunda günlerce bekleniyordu. Bugün Hatay’ın birçok biriminde belediyeye ait yeni makineler çalışıyor. Greyder, kepçe, asfalt serici, vidanjör, kamyon… Böylece müdahale süreleri kısaldı, gecikmeler azaldı. Şehrin toparlanma hızındaki artışın en somut sebeplerinden biri aslında bu sessiz filo dönüşümü.
Arsuz’da sahil şeridinin düzenlenmesi, yürüyüş yollarının yenilenmesi, drenaj hatlarının baştan kurulması, yolların temizlenip güçlendirilmesi… Bunlar bir estetik tercih değil; şehrin turizmini yeniden canlandıran, su baskınlarını azaltan, özellikle yaz döneminde hayatı kolaylaştıran yatırımlar. Arsuz’un geceleri artık daha güvenli, sokakları daha düzenli.
Antakya’da yıllarca birikmiş dağınıklık yerini planlı bir şehir düzenine bırakıyor. Çarşı bölgesinde altyapı tamamen yenileniyor; elektrik, iletişim, su ve yağmur hattı yer altından yeniden kuruluyor. Her kazı bir tamirat değil, tamamen yeni bir sistem kurma çabası.
Samandağ, Hıdırbey ve kırsal mahallelerde yapılan çalışmalar belki merkezde yaşayanlar tarafından görülmüyor ama orada hayatı en çok kolaylaştıran dokunuşlar var. Köy yollarının düzelmesi, su borularının yenilenmesi, dere yataklarının temizlenmesi, üreticiler için pazar alanlarının oluşturulması insanların günlük yaşamını doğrudan etkiliyor.
Sosyal alanlar da yeniden inşanın önemli bir parçası. Gençlerin spor yapabileceği halı sahalar, çocukların oyun oynayabileceği alanlar, her kültüre hitap eden çok amaçlı salonlar… Bu salonlar, Hitit’ten Roma’ya, Nusayri’den Türk’e, Arap’tan Ermeni’ye uzanan Hatay’ın kültürel çeşitliliğini yeniden görünür kılıyor.
Elbette herkesin beklentisi yüksek. Haklı olarak. İnsanların yaşadığı acılar hafiflemedi, her şey bir anda düzelmedi, sorunlar tamamen bitmedi. Hâlâ elektrik kesintileri oluyor. İnternet bazı bölgelerde çekmiyor. Asfaltlanan yol, altyapı çalışması nedeniyle tekrar kazılabiliyor. Ama bu sorunların temelinde kötü yönetim değil; büyük bir yıkımın ardından gelen ağır bir yeniden yapılanma süreci var.
Bu yüzden Hatay’ın bugün en büyük gücü, sabrını koruyabilmesinde ve emeğin sürdürülebilir olmasında. Mehmet Öntürk’ün sahadaki çalışma disiplini, belediye ekiplerinin aksaklıkları anında çözme çabası, şehrin hızlanan yenilenme süreci… Hepsi bir bütünün parçaları. Hatay’ın umudu artık bir söz değil; yapılan işlerin kendisi.
Bugün Hatay’da bir sokakta yürürken, yolun henüz tamamlanmamış bir yerinde bile bir hareket görürsün: bir iş makinesi, bir mühendis, bir işçi, bir kazı, bir onarım… Bu görüntü yorgun bir şehrin yeniden çalışmaya başladığının işaretidir. Hatay’ın ayağa kalkışı büyük cümlelerle değil; hayatın her gün biraz daha kolaylaşmasıyla mümkünoluyor.
Hatay yeniden doğmuyor; yeniden kuruluyor. Ve bu kez sadece geçmişine değil, geleceğine de tutunarak kuruluyor. En önemlisi: Bu şehrin umudu artık lafta değil, sahadadır.
Yazan : Nurgül BEKAR
Geçen gün sosyal medyasını açtım ve karşıma öyle bir fotoğraf çıktı ki, hayatımı durdurup kendime dışarıdan bakmak zorunda kaldım. Fotoğrafı bilirsiniz; Noel Baba’nın stüdyo çekiminden kaçmış gibi ışıklarla süslenmiş bir köşe, yanında romantik bir mum, ortasında da sanki İspanya’dan özel uçakla kırmızı halıda yürütülerek getirilmiş yanık San Sebastian. Öyle bir sunum ki, tatlı değil; yurtdışı heyeti. Tabak ışık altında parlıyor, San Sebastian poz veriyor, mum ışığı “Ben bu sofrada olmayı hak ediyorum.” diyor. Altında da kibar bir cümle: “En sevdiğim zamanlar.”
Ben de sordum:
“Allah aşkına bundan yedin mi?”
Cevap? Bir kahkaha.
Ama öyle bir kahkaha ki…
Ses 18 desibel, anlam 380 volt:
“Ben onu yersem mevsimler değişir yavrum.”
Dedim ki, “Peki neden yemediğin şeyleri bize paylaşıyorsun?”
Çünkü sevgili okuyucular…
Eylül böyle biri.
Eylül yemek yemiyor; yemek yedirerek besleniyor.
Bu kadın kalori almıyor; kaloriyi bize outsource ediyor.
Fotoğraflarda tam bir gastronomi avcısı.
Tatlıyı o kadar güzel çekiyor ki, NASA “Bu yüzey dokusunu biz bile böyle görüntüleyemedik.” dese şaşırmam.
Tabaklar tablo, tatlılar gök olayı.
Ama iş yemeye gelince…
Çatalın ucunu bile yemiyor.
Gerçek anlamda.
Bir lokmayı üç kişiye bölüp “Ben doyuyorum ya.” diyebilen ender bir tür.
Ve kritik bilgi:
Eylül diyetisyen. Aktif değil ama… yani danışan almıyor; sadece danışanı izliyor.
Bir diyetisyen değil; tam zamanlı bir diyet gözlemcisi.
Kendi yemiyor ama bizim tabağımıza dronla kalori indiriyor.
Eşi?
Ünlü bir doktor.
Ailece o kadar inceler ki, kalori onlara uğramıyor; sadece el sallayıp geçiyor.
Aile fotoğraflarında bile “bu insanlar karbonhidrattan muaf” hissi var.
Bir gün birlikte restorana gittik. Menü daha masaya değmeden Eylül, sanki yıllardır gizli gizli eğitim almış gibi kendini Michelin jürisi ilan etti.
“Şu gelsin, bunu da alalım… Ay o müthiştir, sakın kaçırmayalım!” diye tempo tutarak siparişleri yağdırıyor.
Garson şaşkın, biz şaşkınız; derken masaya beş bölümden oluşan bir gastronomi dizisi iniyor.
Eylül ise karşıya geçmiş, kollarını kavuşturmuş, bizi izliyor.
Ben yemiyorum; çünkü artık anlıyorum ki ben burada bir müşteri değilim, Eylül’ün Gastronomik Davranışlar Üzerine Alan Çalışmasında deney faresiyim.
Arada motivasyon konuşmaları geliyor:
“Bugün hiçbir şey olmaz. Ye ye ye!”
Benim tabak ayrı bir deprem bölgesi; Eylül’ün tabağında ise hâlâ ilk dokunuşun izleri duruyor. Sanki o tabak arkeolojik eser, benimki afet sonrası hasar tespiti.
Ve üç gün sonra karşılaşıyoruz:
“Aaa… sen kilo mu aldın?”
Kızım! Beni üç tatlıya sen sürükledin!
Motivasyon konuşmasını sen yaptın!
Ama asıl şov misafirlikte.
Normal biri “İki kişi geliyor, beş çeşit yeter.” der.
Eylül?
On kişiyi çağırır, yüz kişilik sofra kurar.
Eve giriyorum, masaya bakıyorum:
“Acaba yanlışlıkla birinin düğününe mi geldim?”
Tabaklar o kadar uyumlu dizilmiş ki, fon açsam garsonlar çift sıra senkronize yürüyüşe başlayacak.
Hacim öyle bir noktada ki, masaya bakan herhangi bir kurum “Bu kadarı sahra mutfağı kapasitesine girer,” diye rapor yazabilir.
Ama kendisi?
Yine çatal ucu.
Tatlıya değiyor: “Hımm güzelmiş.”
Ben de oradan bakıyorum:
“Sen tatlıyı röntgenle mi yedin?”
Sofrada ısrar hiç bitmiyor:
“Şundan da al, bundan da tat, hayır ondan almadan olmaz!”
Ben çalışıyorum, o beni izliyor.
Ben performans sanatları festivalinde sahnedeyim; Eylül jüri başkanı.
Ve üç gün sonra yine karşılaşıyoruz.
O meşhur mimik:
“Aaa… biraz dolgunlaşmışsın.”
“Ve gelelim San Sebastian’a…
Dayanamayıp sorduğum sorunun cevabı:
‘Allah aşkına, ne kadar yiyebildin? Eminim bir tatlı kaşığı bile zor inmiştir midene.’
O da gülerek cevap verdi:
‘Eşimle ikimiz gerçekten sadece bir tatlı kaşığı yedik.’
Bir.
Tatlı.
Kaşığı.
Biz fotoğrafa bakıp markette tatlı avına çıkıyoruz,
O tatlının kokusundan bile hayat enerjisi depoluyor.
Sevgili okuyucular…
Herkesin hayatında bir Eylül vardır:
Tatlıyı bize yedirip sonra tartıda şaşıran…
Ama kahkahasıyla hayatı aydınlatan…
Bu yazı ona gelsin.
San Sebastian’ı yememiş olabilir,
ama bıraktığı neşeyle küçük bir ülkeyi bile aydınlatır.
Yazan: Nurgül BEKAR
X.com //@nurbekar

Kasım soğur, ülke ısınır. Bir “sepete ekle” sesiyle ekonomi canlanır, ilişkiler gerilir.
Kasım geldi mi, ülkede iki mevsim yaşanır:
Kadınlar için indirim, erkekler için endişe mevsimi.
11 Kasım sabahı, Türkiye tek nefeste aynı senaryoyu oynar:
Kadınlar sepet başında, erkekler kredi kartı başında dua eder.
Bir taraf “%70 indirim!” görür, diğer taraf “limit aşıldı” bildirimi.
Kısa süreli panik, ardından ulusal bir kabulleniş:
Kasım ayı, ekonominin açık hava tiyatrosudur.
Dijital Arena Başlıyor
Ekranlar açılır, parmaklar ısınır. Kadınlar olimpiyat sporcusu gibi hazırdır:
“Sepete ekle”, “Kuponu uygula”, “Kargo bedava oldu!”
Her tıklama dopaminin ayak sesi gibidir. Erkekler sessizdir ama masum değiller.
Biri “Bu fiyata kulaklık bir daha gelmez.” der, öbürü “Bu mont hem su geçirmez hem bahane üretmez.”
Evet, erkekler de alışveriş yapıyor — ama gizlilik esasına göre.
Kadınlar alışverişi paylaşır, erkekler gizler.
Aradaki fark şu: Biri sepette yakalanır, diğeri ekstrede.
İndirimli Gerilim
Akşam olunca evlerde sessizlik başlar.
Diziler unutulmuştur, yemek yanar, çay demlenmez ama sepet dolar.
Kadınların gözleri ekranda, parmaklar nöbette.
Bir tıklama, bir iç ses:
“Bu fiyata almazsam, kader beni cezalandırır..”
Bir evin içinde o an iki evren vardır:
Kadın: “Bu maskara %60 indirimde!”
Erkek: “Daha geçen ay almadın mı?”
Kadın: “O başka, bu yeni seri.”
Erkek: “Ama rengi aynı.”
Kadın: “Ama fırçası farklı!”
Erkek: “Peki, fırçası kaç taksit?”
Ve 11 Kasım’ın ilk tartışması böyle başlar.
Sonuç değişmez:
Kadın kazanır, erkek öğrenir — “indirimde mantık aranmaz.”
Ekstre Günleri
Sabah olur. Kadınlar zafer selfies’iyle uyanır, erkekler kahveyle toparlanmaya çalışır.
Kargolar yoldadır. Bir ulusun “sepette refah” seviyesi tavan yapmıştır.
Erkeklerin ekranında tek bildirim:
“Kredi kartı ekstresi hazır.”
Asıl tsunami birazdan gelir:
“Teslimatınız yola çıktı.”
“Bir paketiniz dağıtımda.”
“Üç paketiniz birleşti.”
Evdeki her kutu artık birer sürpriz yumurtadır. Kadınlar heyecanla açar, erkekler kredi limitini kontrol eder.
Bir kutu “kargo bedavaya gelsin diye” alınmış, diğeri “arkadaşım da alıyor” bahanesiyle.
Ama hepsi mutlulukla paketlenmiştir.
#SepetTerapisi: Yeni Nesil Meditasyon
Artık alışveriş bir ihtiyaç değil, terapi biçimi.
Sosyal medya #SepetTerapisi’yle dolup taşıyor.
Bir kadın üç rujla “Bu benim meditasyonum.” diyor,
bir erkek “Bu powerbank duygularımı şarj ediyor.” yazıyor.
Beğeniler akıyor, kimse durmuyor. Bu ülke, alışverişte birliği böyle sağlıyor.
Bir de yan sahne var: Erkekler WhatsApp gruplarında “İndirimden almadım ama ihtiyaçtı.”
diye savunma yaparken, kadınlar Telegram’da stok bilgisi paylaşıyor:
“Bu linke hemen gir, kalmamış diyorlar!”
Kedi Cephesi
Benim durum biraz farklı. Ben kedi ürünleri alıyorum.
Evdeki patili krallık, bahçedeki minikler, duvar dibindeki sığınmacılar…
Mama, vitamin, kedi kozmetiği derken sepet doluyor. Kedilerin kışı sıcak geçsin diye ben de taksitli huzura kavuşuyorum.
Ama biliyorum; evde bir kedi tarağı varsa mutlaka ikincisi de olur.
“Belki biri kaybolur.” Vicdan rahat, sepet taşar.
Kediler memnun, ben biraz eksideyim —ama kimin umurunda? Mırlarım yüksek!
İndirimde Bile Eşitlik
Erkekler hâlâ sessizdir.
Bazısı “Ülke ekonomisi bu kadar büyümüyor, biz nasıl büyütüyoruz?” diye düşünür,
bazısı sessizce sepete bir mont ekler. Ardından klasik erkek refleksi gelir:
“İhtiyaçtı zaten.”
Kadınlar ise profesyonel. Alışveriş onlar için bir sanat dalı.
Renk uyumu, ürün açıklaması, stok durumu… Hepsi ezberde.
Bir kadının sepetteki rujları, borsadaki hisselerden daha dikkatle izlenir.
Erkekler de yeni yetenekler kazandı.
Birçoğu artık “Ürünü sepete at, ama ödeme ekranında kaç.” tekniğinde usta.
Psikolojide bu davranışa “ekonomik panik sonrası kaçış sendromu” deniyor.
Büyük Final
Yine de sonunda herkes mutlu. Çünkü 11 Kasım sadece alışveriş değil;
ülkece yaşadığımız bir borç terapisi. Kadınlar sepette güçlenir, erkekler ekstresinde olgunlaşır.
Ben ise kedi mamaları arasında iç huzuru bulurum. Ve o “Satın al” butonuna bastığımız an,
hiç kimse gülmez —herkes aynı soruyu düşünür:
“Bu nasıl ödenecek?” Ama önemli değil.
Bir sonraki maaş zaten indirimli gelir.
O yüzden kutlu olsun bu büyük gün:
Sepetler dolsun, kargolar kaybolmasın, limitleriniz dayansın.
Unutmayın:
Kadınlar sepetle zafer kazanır, erkekler kredi kartıyla karakter.
Yazan: Nurgül BEKAR
X.com // @nurbekar
Merhaba eski ben,
Uzun zamandır konuşmuyoruz.
Biliyorum, seni hatırlamak bazen göğsümde bir fırtına koparıyor.
Çünkü sen, her şeye inanırdın.
Bir sabahın serinliğinde pencereyi açarken içeri dolan rüzgârla bile umutlanırdın.
Sanki her esinti bir söz verirdi kalbine.
Ben artık öyle değilim.
Belki büyüdüm, belki yoruldum,
ama ne olursa olsun, seni özlüyorum.
Hatırlıyor musun?
Hiçbir şey için acele etmezdik.
Bir şarkıyı baştan sona dinlemek bir törendi.
Bir çayın kokusu günün en güzel dakikasıydı.
Birine “özür dilerim” demek zordu ama içtendi.
Şimdi kelimeler çoğaldı, anlam azaldı.
Gülmek bile aceleye geldi.
Ve fark ettim:
Zaman sadece bizi yaşlandırmadı; duygularımızın da rengini açtı.
Senin kadar cesur değilim artık.
Sen “deneyeyim” derdin, ben “ya olmazsa?” diyorum.
Sen seversin, ben temkinliyim.
Sen kırılırsın, ben mesafeliyim.
Aramızda yıllar değil, farkındalıklar var.
Ama bilmeni isterim: seni kaybetmedim, sadece sessiz bir köşeye bıraktım.
Orada hâlâ titreyerek bekliyorsun.
Bazen sabahları çayımı karıştırırken senin gülüşün düşüyor aklıma.
“Hayat bu kadar ciddiye alınacak bir şey mi?” derdin.
Haklıydın…
Bir gün bir fotoğraf gördüm.
Eski bir masa, iki dost, bir kâğıt, birkaç kalem…
O an kalbim sıkıştı.
Çünkü o fotoğrafta sadece insanlar değil, kaybettiğimiz bir huzur vardı.
O masada sabır vardı, anlam vardı,
ve sen vardın — her ayrıntıya ruh katan hâlinle.
Ben şimdi aynı ışığın altında oturuyorum,
ama masa boş, kelimeler suskun.
Rüzgâr hâlâ esiyor,
ama artık saçlarımı değil, içimi savuruyor.
Bazen sana kırıldım.
Neden bu kadar inandın insanlara, neden bu kadar güvendin hayata?
Ama şimdi biliyorum, eğer sen o kadar saf olmasaydın,
ben bu kadar derin olamazdım.
Senin saflığın, benim olgunluğuma dönüştü.
Yani biz, birbirimizi tamamladık.
Sen içimdeki ışığın ilk hâliyken,
ben onun gölgesiyim belki…
Ama hâlâ aynı kalpte yaşıyoruz.
Bir gün yeniden buluşacağız.
Belki kahvemin ilk yudumunda,
belki bir çocuk kahkahasında,
belki bir rüzgârın saçlarımı savurduğu anda.
O an geldiğinde, yeniden sen olacağım.
Kendimi değil, seni dinleyeceğim.
Çünkü senin sesin hâlâ içimde fısıldıyor:
“Hayat karmaşık değil, sadece yavaşla.”
Kendine iyi bak, eski ben.
Belki yollarımız ayrıldı,
ama kalbimiz hâlâ aynı yerde atıyor.
Ve biliyor musun,
seni hâlâ çok seviyorum.
Çünkü sensiz kim olduğumu hatırlayamam.
X.com//@nurbekar
Bilim insanları merceklerle gökyüzünü tararken, biz astrologlar kalplerin içindeki gökyüzünü anlamaya çalışıyoruz. Ve dürüst olalım: Bu iki evren birbirini hiç de sandığınız kadar dışlamıyor. Astroloji ta binlerce yıl önceden beri matematiksel hesaplar, gözleme dayalı yöntemler ve insan psikolojisiyle iç içe gelişmiş kadim bir bilgi sistemi. Modern bilim dünyası içinde hâlâ tartışmalar olsa da, astroloji günümüzde akademik çalışmalara, toplumsal araştırmalara, hatta psikolojik danışmanlıklara ilham veren ciddi bir alan.
Peki neden hâlâ bazıları “Fal mıdır? Eğlence midir?” diye soruyor? Çünkü astroloji hem eğlenceli hem ciddi, hem mizahi hem de şaşırtıcı biçimde hayatın tam merkezinde duruyor. Bu onu güçlü kılan en önemli şeylerden biri.
Hadi gelin birlikte şu göksel meseleyi biraz daha büyüteç altına alalım.
BİLİM LABORATUVARDA, ASTROLOJİ HAYATIN İÇİNDE
Bilim, evreni fizik yasalarıyla açıklamaya çalışır. Astroloji ise evrenle insan arasındaki bağı yorumlar.
Biri diyor ki: “Jüpiter bir gaz devi.”
Öteki diyor: “Jüpiter seni bu aralar şanslı hissettirebilir.”
İkisi de haklı. Çünkü bilgi tek katmanlı bir şey değil.
Evren sadece gazlardan, taşlardan ve boşluktan ibaret olsaydı bu kadar şiirsel olmazdı.
Astroloji diyor ki:
“Gökyüzü seni etkiliyor çünkü sen de o gökyüzünün parçasısın.”
Bu bakış açısı, fena hâlde insanın hoşuna gidiyor. Çünkü kendimizi boşlukta savrulan bir molekül değil, hikâyesi olan bir varlık gibi hissettiriyor.
ASTROLOJİ SAHTE Mİ? YOKSA İNSAN GERÇEĞİ Mİ?
Bazıları çıkıp “Astroloji bilim dışı!” diye ses yükseltiyor.
Oysa sormak lazım:
Bilimin görevi ne?
Sadece kanıtlamak mı, yoksa insanı anlamak da işin içinde mi?
Astroloji insan davranışlarını, ilişkileri, döngüleri açıklarken istatistiksel olarak da şaşırtıcı biçimde tutarlı sonuçlar sunuyor. Bunun üzerine yıllardır çalışmalar yapılıyor. Ve şurası net:
Astroloji insanlara çözüm üretme cesareti veriyor.
Şunu söyleyebiliriz:
Astroloji belki laboratuvarın değil ama hayatın onay verdiği bir gerçeklik.
Bilim bazen geç keşfeder…
Dünyanın döndüğünü bir zamanlar kabul etmeyenler vardı, hatırlayalım.
BİRAZ MİZAH: BURÇLAR, HAYATIN BAHARATIDIR
İtiraf edelim… İnsanlar astrolojiyi biraz da gülmek için seviyor.
“Teraziye karar verdiren var mı?”
“Başaklar yine eleştiriyor mu?”
“Akrep gizemini paylaşırsa deprem olur mu?”
Bu soruların yüzde ellisi şaka, yüzde ellisi derin bir merak.
Ve işte tam burada astroloji toplumsal ortak dil oluyor.
Gülerek, eğlenerek kendimizi ifade ediyoruz.
Bu bile başlı başına bir psikolojik şifa.
Ama işin şakası bir yana, astroloji yalnızca burçlar demek değil:
Gök olayları, evler, açılar, transitler…
Saatlerce süren hesaplar, grafikler, analizler…
Kısacası ciddi bir emek, bilgi ve sezgi sanatı.
Bir haritayı açıp “Aaa sen Koç’sun o yüzden böyle!” demek yok bizde.
Biz deriz ki:
“Senin hikâyen yıldız haritan kadar eşsiz ve karmaşık.”
DİJİTAL ÇAĞDA YILDIZLAR DAHA DA PARLAK
Bugün herkes cebinde bir doğum haritası taşıyor.
Uygulamalar, podcast’ler, canlı yayınlar…
Astroloji sadece kişisel değil, kültürel bir fenomen artık.
Markalar projeler yapıyor, üniversiteler araştırıyor, medya merakla takip ediyor.
Çünkü toplumun nabzını en hızlı tutan şeylerden biri hâline geldi.
Modern çağın stresi karşısında insanlar şunu duymak istiyor:
“Evet, zor bir evreden geçiyorsun ama bu geçecek.”
Astroloji tam da bunu söylüyor.
Teselli değil, zamanın ritmini anlama fırsatı sunuyor.
SONUÇ: BİLİMİN DOKUNUŞUYLA BÜYÜYEN BİR KADİM BİLGİ
Astroloji; bilimin, sanatın, psikolojinin ve sezginin iç içe geçtiği büyük bir insanlık mirası.
Biz astrologlar ne yapıyoruz?
Sadece gökyüzünü okumuyoruz;
İnsanı, duyguyu ve yaşamın ritmini yorumluyoruz.
Yıldızlara inanmak zorunda değilsiniz.
Ama yıldızların insanı merak ettiğine inanmak güzel değil mi?
Astroloji diyor ki:
“Bir düzen var. Bir anlam var. Ve sen bu hikâyenin aktif bir kahramanısın.”
Gökyüzü yukarıda olmaktan hiç yorulmadı.
Biz de bakmaktan yorulmayacağız.
Çünkü yıldızların ciddiyetle eğlendiği bu bilim,
İnsanın kendini anlamaya devam ettiği sürece hep yaşayacak.
Sevgilerimle
Nurgül Bekar