Nurgül Bekar

Nurgül Bekar

04 Kasım 2025 Salı

KENDİME MEKTUP: ESKİ BEN’E ÖZLEM

KENDİME MEKTUP: ESKİ BEN’E ÖZLEM
1

BEĞENDİM

ABONE OL


Merhaba eski ben,
Uzun zamandır konuşmuyoruz.
Biliyorum, seni hatırlamak bazen göğsümde bir fırtına koparıyor.
Çünkü sen, her şeye inanırdın.
Bir sabahın serinliğinde pencereyi açarken içeri dolan rüzgârla bile umutlanırdın.
Sanki her esinti bir söz verirdi kalbine.
Ben artık öyle değilim.
Belki büyüdüm, belki yoruldum,
ama ne olursa olsun, seni özlüyorum.

Hatırlıyor musun?
Hiçbir şey için acele etmezdik.
Bir şarkıyı baştan sona dinlemek bir törendi.
Bir çayın kokusu günün en güzel dakikasıydı.
Birine “özür dilerim” demek zordu ama içtendi.
Şimdi kelimeler çoğaldı, anlam azaldı.
Gülmek bile aceleye geldi.
Ve fark ettim:
Zaman sadece bizi yaşlandırmadı; duygularımızın da rengini açtı.

Senin kadar cesur değilim artık.
Sen “deneyeyim” derdin, ben “ya olmazsa?” diyorum.
Sen seversin, ben temkinliyim.
Sen kırılırsın, ben mesafeliyim.
Aramızda yıllar değil, farkındalıklar var.
Ama bilmeni isterim: seni kaybetmedim, sadece sessiz bir köşeye bıraktım.
Orada hâlâ titreyerek bekliyorsun.
Bazen sabahları çayımı karıştırırken senin gülüşün düşüyor aklıma.
“Hayat bu kadar ciddiye alınacak bir şey mi?” derdin.
Haklıydın…

Bir gün bir fotoğraf gördüm.
Eski bir masa, iki dost, bir kâğıt, birkaç kalem…
O an kalbim sıkıştı.
Çünkü o fotoğrafta sadece insanlar değil, kaybettiğimiz bir huzur vardı.
O masada sabır vardı, anlam vardı,
ve sen vardın — her ayrıntıya ruh katan hâlinle.
Ben şimdi aynı ışığın altında oturuyorum,
ama masa boş, kelimeler suskun.
Rüzgâr hâlâ esiyor,
ama artık saçlarımı değil, içimi savuruyor.

Bazen sana kırıldım.
Neden bu kadar inandın insanlara, neden bu kadar güvendin hayata?
Ama şimdi biliyorum, eğer sen o kadar saf olmasaydın,
ben bu kadar derin olamazdım.
Senin saflığın, benim olgunluğuma dönüştü.
Yani biz, birbirimizi tamamladık.
Sen içimdeki ışığın ilk hâliyken,
ben onun gölgesiyim belki…
Ama hâlâ aynı kalpte yaşıyoruz.

Bir gün yeniden buluşacağız.
Belki kahvemin ilk yudumunda,
belki bir çocuk kahkahasında,
belki bir rüzgârın saçlarımı savurduğu anda.
O an geldiğinde, yeniden sen olacağım.
Kendimi değil, seni dinleyeceğim.
Çünkü senin sesin hâlâ içimde fısıldıyor:
“Hayat karmaşık değil, sadece yavaşla.”

Kendine iyi bak, eski ben.
Belki yollarımız ayrıldı,
ama kalbimiz hâlâ aynı yerde atıyor.
Ve biliyor musun,
seni hâlâ çok seviyorum.
Çünkü sensiz kim olduğumu hatırlayamam.

Yazan: Nurgül Bekar 

X.com//@nurbekar

Devamını Oku

YILDIZLARIN CİDDİYETLE EĞLENDİĞİ BİLİM: ASTROLOJİ

YILDIZLARIN CİDDİYETLE EĞLENDİĞİ BİLİM: ASTROLOJİ
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Bilim insanları merceklerle gökyüzünü tararken, biz astrologlar kalplerin içindeki gökyüzünü anlamaya çalışıyoruz. Ve dürüst olalım: Bu iki evren birbirini hiç de sandığınız kadar dışlamıyor. Astroloji ta binlerce yıl önceden beri matematiksel hesaplar, gözleme dayalı yöntemler ve insan psikolojisiyle iç içe gelişmiş kadim bir bilgi sistemi. Modern bilim dünyası içinde hâlâ tartışmalar olsa da, astroloji günümüzde akademik çalışmalara, toplumsal araştırmalara, hatta psikolojik danışmanlıklara ilham veren ciddi bir alan.

Peki neden hâlâ bazıları “Fal mıdır? Eğlence midir?” diye soruyor? Çünkü astroloji hem eğlenceli hem ciddi, hem mizahi hem de şaşırtıcı biçimde hayatın tam merkezinde duruyor. Bu onu güçlü kılan en önemli şeylerden biri.

Hadi gelin birlikte şu göksel meseleyi biraz daha büyüteç altına alalım.

BİLİM LABORATUVARDA, ASTROLOJİ HAYATIN İÇİNDE

Bilim, evreni fizik yasalarıyla açıklamaya çalışır. Astroloji ise evrenle insan arasındaki bağı yorumlar.
Biri diyor ki: “Jüpiter bir gaz devi.”
Öteki diyor: “Jüpiter seni bu aralar şanslı hissettirebilir.”

İkisi de haklı. Çünkü bilgi tek katmanlı bir şey değil.
Evren sadece gazlardan, taşlardan ve boşluktan ibaret olsaydı bu kadar şiirsel olmazdı.

Astroloji diyor ki:

“Gökyüzü seni etkiliyor çünkü sen de o gökyüzünün parçasısın.”

Bu bakış açısı, fena hâlde insanın hoşuna gidiyor. Çünkü kendimizi boşlukta savrulan bir molekül değil, hikâyesi olan bir varlık gibi hissettiriyor.

ASTROLOJİ SAHTE Mİ? YOKSA İNSAN GERÇEĞİ Mİ?

Bazıları çıkıp “Astroloji bilim dışı!” diye ses yükseltiyor.
Oysa sormak lazım:
Bilimin görevi ne?
Sadece kanıtlamak mı, yoksa insanı anlamak da işin içinde mi?

Astroloji insan davranışlarını, ilişkileri, döngüleri açıklarken istatistiksel olarak da şaşırtıcı biçimde tutarlı sonuçlar sunuyor. Bunun üzerine yıllardır çalışmalar yapılıyor. Ve şurası net:
Astroloji insanlara çözüm üretme cesareti veriyor.

Şunu söyleyebiliriz:

Astroloji belki laboratuvarın değil ama hayatın onay verdiği bir gerçeklik.

Bilim bazen geç keşfeder…
Dünyanın döndüğünü bir zamanlar kabul etmeyenler vardı, hatırlayalım.

BİRAZ MİZAH: BURÇLAR, HAYATIN BAHARATIDIR

İtiraf edelim… İnsanlar astrolojiyi biraz da gülmek için seviyor.
“Teraziye karar verdiren var mı?”
“Başaklar yine eleştiriyor mu?”
“Akrep gizemini paylaşırsa deprem olur mu?”

Bu soruların yüzde ellisi şaka, yüzde ellisi derin bir merak.
Ve işte tam burada astroloji toplumsal ortak dil oluyor.
Gülerek, eğlenerek kendimizi ifade ediyoruz.
Bu bile başlı başına bir psikolojik şifa.

Ama işin şakası bir yana, astroloji yalnızca burçlar demek değil:
Gök olayları, evler, açılar, transitler…
Saatlerce süren hesaplar, grafikler, analizler…
Kısacası ciddi bir emek, bilgi ve sezgi sanatı.

Bir haritayı açıp “Aaa sen Koç’sun o yüzden böyle!” demek yok bizde.
Biz deriz ki:

“Senin hikâyen yıldız haritan kadar eşsiz ve karmaşık.”

DİJİTAL ÇAĞDA YILDIZLAR DAHA DA PARLAK

Bugün herkes cebinde bir doğum haritası taşıyor.
Uygulamalar, podcast’ler, canlı yayınlar…

Astroloji sadece kişisel değil, kültürel bir fenomen artık.
Markalar projeler yapıyor, üniversiteler araştırıyor, medya merakla takip ediyor.
Çünkü toplumun nabzını en hızlı tutan şeylerden biri hâline geldi.

Modern çağın stresi karşısında insanlar şunu duymak istiyor:
“Evet, zor bir evreden geçiyorsun ama bu geçecek.”

Astroloji tam da bunu söylüyor.
Teselli değil, zamanın ritmini anlama fırsatı sunuyor.

SONUÇ: BİLİMİN DOKUNUŞUYLA BÜYÜYEN BİR KADİM BİLGİ

Astroloji; bilimin, sanatın, psikolojinin ve sezginin iç içe geçtiği büyük bir insanlık mirası.
Biz astrologlar ne yapıyoruz?
Sadece gökyüzünü okumuyoruz;
İnsanı, duyguyu ve yaşamın ritmini yorumluyoruz.

Yıldızlara inanmak zorunda değilsiniz.
Ama yıldızların insanı merak ettiğine inanmak güzel değil mi?

Astroloji diyor ki:

“Bir düzen var. Bir anlam var. Ve sen bu hikâyenin aktif bir kahramanısın.”

Gökyüzü yukarıda olmaktan hiç yorulmadı.
Biz de bakmaktan yorulmayacağız.
Çünkü yıldızların ciddiyetle eğlendiği bu bilim,
İnsanın kendini anlamaya devam ettiği sürece hep yaşayacak.

Sevgilerimle

Nurgül Bekar

X.Com//@nurbekar

Devamını Oku

Kadınlar Asla Emekli Olamaz

Kadınlar Asla Emekli Olamaz
1

BEĞENDİM

ABONE OL

(Çünkü hayat, onların molasız vardiyasıdır.)

Erkekler bir gün gelir, “Artık çalışmıyorum” der.
Bir maaş bağlanır, kahve hazır, koltukta yer bellidir.
Devlet der ki: “Buyur, dinlenme hakkını kazandın.”
Kadın mı?
Kadının dinlenmesi bile planlıdır.
O kahveyi bile ayakta içer, çünkü biri mutlaka “anne” diye seslenir.

Kadınlar için hayat, doğdukları andan itibaren kesintisiz bir görev zinciridir.
Bebekken oyuncak bebekle başlar, büyüyünce gerçek bebekle devam eder.
Eş olur, anne olur, çalışan olur, komşu olur ama en çok “idare eden” olur.
Kadınların hiçbiri, “Ben artık görevimi tamamladım” diyemez.
Sadece sorumlulukları biçim değiştirir; işin adı değişir ama içeriği hep aynı kalır:
koşmak, yetişmek, çözmek, toparlamak.

Sabah işe giden kadın, toplantı arasında evin faturasını öder.
Akşam eve gelen kadın, dinlenmek ister ama dolapta ne var diye düşünür.
Ofiste “başarılı”, evde “ilgili”, toplumda “örnek” olmaya çalışır.
Kendine sıra gelince gün bitmiştir zaten.
Ertesi sabah aynı döngü yeniden başlar,
kadın da hiç şikâyet etmeden yeniden kalkar.

Evde kalan kadınsa “çalışmıyor” sanılır.
Oysa onun işi evin içinde başlar, dışarıya kadar uzanır.
Bütçeyi yönetir, menüyü planlar, kırgın gönülleri onarır.
Yeri gelir tamirci bulur, yeri gelir toruna bakar.
Hiç kimse maaşını yatırmaz ama herkes ondan hizmet bekler.
Kadınlar gönüllü belediye çalışanı gibidir:
Mahallenin, evin, ailenin her sorunu ona bağlıdır.

Bir de şu meşhur kahve molası vardır.
Kadının günündeki tek sessiz an budur.
Ama o da genelde uzun sürmez.
Ya kapı çalar, ya telefon, ya “anneee!” sesi gelir.
Kahve soğur ama kadın devam eder.
Çünkü onun enerjisi kahveden değil,
birilerinin “anne” demesinden gelir.
Ama o kelimenin ardında koca bir yorgunluk da gizlidir.

Erkek emekli olur, “Artık keyif zamanı” der.
Balığa gider, kahveye takılır, haberleri izler.
Kadın emekli olamaz; çünkü onun ev dediği yer zaten işyeridir.
Sabah kahvaltı, öğlen yemek, akşam torun,
arada eczane, market, ütü, komşu ziyareti.
Yani kadın “çalışmıyorum” dese bile hayat onun üzerinden dönmeye devam eder.

Kendine ayırdığı vakitte bile düşünür:
“Bir yastık kılıfı değişse iyi olur.”
Kadınların beyni bile dinlenmez,
çünkü dinlenmeyi bile planlarlar.
Yastığa başını koyduğunda bile
yarının alışveriş listesini kafasından geçirir.
Kadınların uykusu bile yarım,
aklı hep açık bırakılmış bir sekme gibidir.

Bazen içlerinden “Ben ne zaman duracağım?” geçer,
ama o cümle bitmeden biri seslenir:
“Anne, bir şey soracağım…”
Kadın iç çeker ama gider.
Çünkü kadınların genlerinde “dayanıklılık” maddesi vardır.
Onu kimse yazmamıştır, ama her hücre bilir.

Ve sonra yıllar geçer.
Çocuklar büyür, ev sessizleşir,
ama kadının içi yine hareketlidir.
Bir şeyleri düzenler, yıkar, dizer.
Çünkü kadın, boşluğu bile üretkenliğe çevirir.
Durmak ona yabancıdır;
hayatın ritmiyle senkron yaşamaya alışmıştır.

Yorulur ama şikâyet etmez,
çünkü “iyi olmak” onun varsayılan ayarıdır.
Belki sessiz bir anında,
soğumuş kahvesine bakarken fark eder:
O hiç durmamış, sadece biraz yavaşlamış.
İçinden geçirir:
“Belki ben emekli olamadım ama hayat benden emek aldı.”

Kadınlar hayattan çekilemez, çünkü hayat onlara bağlıdır.
Erkekler işi bırakır, kadınlar dünyayı döndürür.
Ve dünya hâlâ dönüyorsa,
bir yerlerde bir kadın hâlâ kahvesini ısıtıyordur.

Sevgilerimle,

Nurgül Bekar

X.Com//@nurbekar

Devamını Oku

PAZARTESİ DİYETİ (YEMİNLE BU KEZ GERÇEKTEN!)

PAZARTESİ DİYETİ (YEMİNLE BU KEZ GERÇEKTEN!)
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Pazartesi sabahı.
Yine başladık.
Yeni bir ben, yeni bir hayat, yeni bir diyet.
Limonlu su hazırlanıyor, tartı göz ucuyla selamlanıyor, ruh hâli detoksta.
İlk lokmayı yemeden önce bile iç ses bağırıyor:
“Bu kez tamam! Bu kez gerçekten başlıyorum!”

Ve sonra hayat, o meşhur cümleyi fısıldıyor:
“Bir lokma ye, bir şey olmaz.”

O “bir lokma” var ya, işte o bütün düzeni bozan şeydir.
Bir lokma derken iki dilim olur, iki dilim derken “tatlı moral olsun” bahanesiyle tepsi biter.

İrade dediğin şey zaten ilk çatalda buharlaşıyor.

Diyetisyenin listesi ilk bakışta NASA planı gibidir:
Sabah şu kadar, öğlen bu kadar, akşam bir porsiyon protein.
Ama iş uygulamaya gelince ölçüler kendi kendine evrim geçirir.
Bir köfte denmişse üç bölmeye paylaştıran da vardır — çünkü “denge önemli!”
Bir kaşık yoğurt yazsa da, üç kaşık koyup “yağsız zaten” diye kendini kandıran çoktur.
İnsanın iç sesi, en tehlikeli diyet bozucusudur…

En güzeli “ölçü tabağı.”
O bölmeli tabak yok mu…
Bir bölmede köfte, diğerinde haşlanmış sebze, köşede de bir kaşık yoğurt…
Yani tabağın yarısı sabır, diğer yarısı hayal kırıklığı.İlk gün tam ölçüyle dolduruyorsun.
İkinci gün sebze bölümüne yanlışlıkla ikinci bir köfte kayıyor.
Üçüncü gün “renk dengesi önemli” deyip bütün bölmeleri etle eşitliyorsun.
Sonra da aynaya bakıp diyorsun:
“Ne güzel dengeli beslendim.”

Spor kısmı da tam bir dizi senaryosu.
İlk bölümde umut, ikinci bölümde kas ağrısı, üçüncü bölümde trajedi.
Birinci gün: “Kendime yatırım yapıyorum.”
İkinci gün: “Bu kadar ağrı normal mi?”
Üçüncü gün: “Vücudu dinlendirmek gerek.”
Dördüncü gün: “Pazartesi kesin başlıyorum.”
Ve o pazartesi, her zaman gelecek haftanın pazartesisi oluyor.

Spor salonuna kayıt yaptırmak, vicdanı rahatlatmanın en pahalı yolu.
Karta her baktığında içinden bir ses “Ben aslında sporcuyum” diyor.
Gitmiyorsun ama gitme fikri bile moral veriyor.
Bir de o salon aynaları var ya, insanı zayıf değil, pişman gösteriyor.

Diyet yapan biri sofrada asla yalnız bırakılmaz.
Mutlaka birileri başlar: “Bugünlük ara ver, bir tabaktan bir şey olmaz.”
O cümle öyle içten, öyle dostça söylenir ki, reddetmek neredeyse kabalık sayılır.
Masadaki herkes bir anda diyet uzmanına dönüşür;
biri “zaten çok zayıfladın” der, diğeri “protein bu, sayılmaz.”
Ve sonunda tabak gelir önüne:
“Ye şunu, ziyan olmasın.”
Sanki kaloriler, yenmeyince kırılıyormuş gibi.

Tatlılar zaten sinsidir.
Masada durur, göz göze gelmezsiniz.
Ama o koku… o davet… kalbin tam ortasına dokunur.
Tatlıya direnmek, bitmiş bir ilişkiyi unutmaya çalışmaya benzer:
Akıl “yeme” der, kalp ise hâlâ umutla fısıldar: “Belki bu sefer pişman olmazsın.” Kaşığı eline aldığında bir umut, yerken bir pişmanlık, bittikten sonra da klasik final gelir:
“Bir daha asla.”
Ta ki bir sonraki buluşmaya kadar.Bir de o bahaneler:
“Bugün çok koşturdum, hakkım bu tatlı.”
“Bir dilimle kilo alınmaz.”
“Zaten metabolizmam hızlı.”
Yalan. Hepsi yalan.
Ama güzel yalanlar, insanın moralini düzeltir.

Sonra tartıya çıkarsın.
O acı gerçek.
İğne oynamaz.
Sen bir gram bile eksilmemişsindir ama gururla söylersin:
“Kas yapmışımdır o kesin.”
Tartının suçu yoktur ama biz yine ona küseriz.

Aslında diyet yapmakla ilişkimiz, kısa süreli bir yaz aşkı gibidir.
Hızlı başlar, umutla sürer, sonra yavaşça dağılır.
Ve sonunda hep aynı cümleyle biter:
“Ben kendimi böyle de seviyorum.”

Ama her pazartesi, yeniden başlarız.
Yeni liste, yeni motivasyon, yeni ben.
Bu sefer başka olacak.
Yeminle.

Şimdi izin verin,
ben kahvemi koyayım.
Şekersiz.
Kendime moral olsun diye.

Sevgilerimle,
Nurgül Bekar
X.com//@nurbekar

Devamını Oku

BATIL İNANÇLAR: UĞURSUZLUĞUN DA BİR TARİHİ VAR

BATIL İNANÇLAR: UĞURSUZLUĞUN DA BİR TARİHİ VAR
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Bazı insanlar sabah işe giderken kahvelerini döker, “günün rezil geçecek” der. Ben kahvemi dökünce tek düşündüğüm şey şu oluyor: “Üstüm başım rezil oldu, günüm değil!” Ama işte biz insanlar, her şeyin arkasında bir anlam aramayı seviyoruz. Anlam bulamazsak da, hemen batıl inanç diye bir paket yapıp hayatımıza boca ediyoruz.

Gel, beraber bakalım: Kimi kediye, kimi merdivene, kimi de evde kırılan bardaklara kafayı takmış. Eh, boş oturacak hâlimiz yok, biraz eğlenelim bari.

Kara Kedi Yolunu Keserse…

Kara kedi yolunu keserse ne olur? Kedi gider, sen kalırsın. Ama Orta Çağ Avrupası öyle düşünmemiş; kediyi şeytanla ortak yapmış. Kara kedi görünce kalp krizi geçirecek hâle gelmişler. Oysa Antik Mısır’da kediler VIP’ti. Kara kedin varsa, sanki “şanslı elitler kulübü”ne üyeydin. Yani senin kedin kara mı? Avrupa’da lanetli, Mısır’da şanslı. Ben olsam Mısır’a taşınır, kedimle sefa sürerdim.

Nazar Boncuğu: Cam Sanatının En Popüler Bahane Ürünü

Nazar boncuğu olmasa evlerimizde duvara ne asacaktık? Tüylü magnet mi? Mezopotamya’da insanlar “göz çok tehlikeli” demiş. Mavi göze bakıp “bu kesin uğursuzluk getirir” diye düşünmüşler. Çareyi de gözü camdan yapmakta bulmuşlar. Şimdi düşünün: Biri size kötü kötü bakıyor, siz de ona mavi boncuk sallıyorsunuz. Çat diye enerji geri mi dönüyor? Belki hayal gücünüz geri dönüyordur, kim bilir…

Merdiven Altından Geçme, Hayatın Kayar!

Duvara dayalı merdivenin altından geçmek uğursuzmuş. Eski Mısırlılar “üçgen kutsaldır, bozmayın” demiş. Hristiyanlar da “teslisi bozar” diye eklemiş. Yani olay aslında “geometriye saygı” hareketi. Benim gördüğüm tek gerçek ise şu: Merdivenin altından geçerken kafana tornavida düşebilir. İşte asıl uğursuzluk budur!

Tahtaya Vurmak: Ağaç Ruhlarını Uyandırma Servisi

Bizde güzel bir şey söylenince hemen “aman nazar değmesin” denir, sonra hop diye tahtaya vurulur. Paganlar ağaçlarda ruhlar yaşıyor sanıyordu. “Aman ruhlar bizi duysun da yardım etsin” diye ağaca vururlardı. Bugün de aynı refleks devam ediyor. Tek farkla: O zamanlar meşe ağacı, şimdi evin sehpası!

Cam Kırıldıysa Nazar Çıktı (!)

Evde bardak, tabak ya da cam kırılınca annelerimiz hemen sahneye çıkar:
— “Aman nazar çıktı, hayırlısı olsun!”

Yahu kırılan şey nazar değil, bardak seti! Ama bu inanç sayesinde yıllarca bulaşık makinesi suçlu sandalyesine oturmadı. Her “çıt” sesine “ohh, kötü göz çıktı” dendi. İşin ironisi de şurada: Cam kırılınca mutlu oluyorsun, ama ertesi gün yeni bardak almak için markete gidince asıl nazarı orada yiyorsun. Çünkü fiyatlar cam gibi şeffaf ama ruh gibi acıtıcı!

Cuma 13: Hollywood’un Uğursuz Günü

Bizim kültürde salı uğursuz, Batı’da Cuma 13. 12 her zaman “tam” sayılmış; 13 ise fazla misafir gibi görülmüş. Bir de Cuma, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği gün olunca… Hop, uğursuzluğun patenti alınmış. Hollywood da bunu korku filmleriyle destekleyince, Cuma 13 adeta “evde kal günü”ne dönmüş. Ben şahsen o gün indirimleri takip ederim, bana gayet uğurlu geliyor.

Peki Neden Hâlâ İnaniyoruz?

İşin komik tarafı, batıl inançlara mantıksız olduklarını bile bile tutunuyoruz. Çünkü insan beyni biraz tembel: “Kontrol edemediğim şeyler var, bari kara kediye fatura keseyim.” Oysa belki de kedi sadece mahallenin köşesindeki balıkçıya gidiyordur. Nazar boncuğunu boynumuza takınca kendimizi güvende hissediyoruz. Bardak kırılınca “tamam, uğursuzluk gitti” diye ferahlıyoruz. Tahtaya vurunca “evrenle sözleşme imzaladım” sanıyoruz. Yani aslında uğursuzluğu kovmuyoruz; içimizdeki kaygıyı susturuyoruz.

Sonuç: Gül, Geç

Batıl inançlara inan, inanma… Ama işin eğlenceli kısmını kaçırma. Kahve döküldüyse günün değil, gömleğin uğursuzdur. Bardak kırıldıysa nazar değil, bulaşık makinesi fazla çalışmıştır. Kara kedi çıktıysa uğursuzluk değil, sadece mama saatidir.

Kısacası hayat zaten yeterince ciddi. Batıl inançları da biraz gülerek taşıyalım. Sonuçta uğursuzluk dediğin şey bazen sadece dolaptan kafana düşen tenceredir.

Sevgilerimle

Nurgül Bekar

X.Com//@nurbekar

İnstagram// @nurgul_bekar

Devamını Oku