02 Aralık 2025 Salı
BAŞKAN AKKAYA’DAN ENGEL TANIMAYAN ZİYARET
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
PANDEMİ SONRASI KALP KRİZLERİ: BİLİM KONUŞMALI, KURUMLAR SUSMAMALI
ZORUNLU GÖÇÜN AİLE ÜZERİNDEKİ GİZLİ YIKIM ETKİSİ..
Kirli siyaset ne mi?
GÖRÜNMEK Mİ, HİSSETMEK Mİ?
Kanuni Sultan Süleyman’ın muhteşem devrinde 16. yüzyıl içinde Osmanlı Devletinde 9 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada 400’e yakın eser inşa eden ve mimarlık tarihinin mihenk taşı olarak anılan Mimar Sinan, çağın ötesindeki mimârî dehâsıyla yaptığı eserlerde hâlâ daha hayranlık uyandırmaya devam ediyor. Eserlerinin sayısı ve muhteşemliğii değil, aynı zamanda kullandığı mühendislik teknikleri de eşsizdir. Gizli formüller, bilinmeyen işlemler ve asırlar sonra bulunan bir dizi inşaat tekniği kullanan Mimar Sinan bu, özelliklerin çoğunu Süleymaniye Câmiî’nde uyguladı.
Devasa boyutlarına rağmen yapılışının üzerinden geçen 5 asırda; ne deprem ne de zamandan zarara uğramadan yalnızca 4 defa restore edildi.
Mimar Sinan, ilk iş olarak 150X70 m ebadında, 6 m derinliğinde bir temel çukur kazdırdı.100.000 tondan fazla toprağın hafriyatı ve geçici iskân duvarlarının kurulması için 1.5 yıl harcadı. Câmiî’nin zemininin en yukarısını 5-6 m kalınlığında kumlu toprak tabakası, altını ise yüzeye yakın kayalarla doldurdu. Ardından 30.000’e yakın kazık çaktırarak bu kazıkların üzerine tonlarca ağırlıkta bloklar koydurdu ve 2 yıldan fazla bir zaman beklemeye koyuldu. Böylece zemin yerine oturdu. Bu kazık temel tekniği, yıllar sonra ilk defa, Burc el-Arab’ın inşaatında da kullanıldı.
Temeline başlayınca ilk olarak zemini 20 cm’lik bir harç tabakasıyla kapladı ve üzerine ahşap ızgaralar yerleştirdi. Ardından kesme taş ve kayalardan meydana gelen zemin duvarını ördü. Temel katlarını kademeli olarak daralttı ve piramit şeklinde inşa etmeye başladı. Daha sonra zemin sularını havalandırma kanallarına toplayarak buradan Haliç’e tahliyesini sağladı.
Esas dehâsı harç hazırlama zamanında ortaya çıktı. Önceden proteini daha fazla olan devekuşu yumurtasının akını kullanan mimarımız, bu sefer harcına “soğan” ekleyerek muhteşem bir sonuç elde etti. Horasan harcından neredeyse iki kat dayanıklı özel bir harç elde ederek ustalık eserini tamamladı.
Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri; zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir büyük bir İslâm âlimi idi. Hicrî 1281 (m.1865)’de Başkale’de doğdu. 27 Kasım 1943’de Ankara’da vefât etti. Kabri Ankara yakınlarındaki Bağlum’dadır. Seyyid oldukları Irak’taki şer’î mahkeme defterlerinde yazılıdır. Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, o zamanın ilim ve irfan merkezi olan Irak’ın muhtelif yerlerinde yüksek âlimlerden sarf, nahiv, lûgat, mantık, münâzara, beyan, riyâziye, hendese, meâni, bedî, kelâm, tefsir, hadîs, fıkıh, tasavvuf gibi dersleri okuyup 1883 senesinde icâzet alarak memleketine döndü. Daha sonra Arvas’a giderek yüksek tahsilini zamanın en büyük âlimi Seyyid Fehim-i Arvâsî “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin huzurunda tamamladı. Başkale’de kendi parası ile bir medrese kurarak 29 yıl ders okuttu.
1914’de Ruslar Doğu’yu işgâl edince İstanbul’a geldi. 1919’da Medrese-tül Mütehassısîn’e, yânî İlahiyat Fakültesi’ne Müderris (Ordinaryüs Profesör) olarak tayin edildi. İstanbul’da çeşitli câmi-lerde senelerce ilim neşretti. Pek çok kerâmetleri görüldü.
Siyâsete hiç karışmadı. Fitne çıkaranlardan, bölücülük yapanlardan nefret ederdi. Sahte tarikatçılar ve câhil tekke şeyhleri ile hiç görüşmez; gençleri, İslâm bilgilerini öğrenmeye, herkese iyilik etmeye, memlekete, millete faydalı olmaya teşvik ederdi.
Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülmez sandıkları güç bilgileri sormağa gelir, yanında bir saat kadar oturunca bâzen sormadan cevabını alarak geri dönerlerdi. Bâzen de dünyalık ve hatta düşmanlık için gelenler de bulunurdu. Keskin görüşleriyle gelenlerin niyetlerini hemen anlardı.
Çok mütevazı ve alçak gönüllü idi. Ben dediği işitilmemiştir. “Bizler hesaba dâhil değiliz. O büyüklerin yüksekliklerini anlayamayız. Ancak bereketlenmek için yazılarını okuruz.” buyururdu. Hâlbuki, kendisi, bu bilgilerin mütehassısı idi. Hocası Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleridir.
Yemesi, içmesi, yatması, konuşması, susması, gülmesi ağlaması hep dînimize uygun idi. Her hâli istikâmet üzere idi. “İstikâmet kerâmetten üstündür.” sözünü sık sık söylerdi. “İstikâmet, dînin emir ve yasaklarına uymaktır.” buyururdu.”
Allahü teâlâ günahları ikiye ayırmıştır:
1- Kendisiyle kulları arasındaki günahlar.
2- Kulların birbiri arasındaki günahlar, kul hakları.
Cenâb-ı Hak, kendisiyle kulu arasındaki günahları affeder veya cezalandırır. Bu, Rabbimizin bileceği iştir, ama kullar arasındaki günahlarda mutlaka adâlet olacaktır. Yani âhırette kul haklarından herkes hesaba çekilecektir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
“Âhırette sırat köprüsünde her Müslümana yedi sual sorulacaktır. Birincisi îmândan sorulacaktır, ikincisi namazdan, üçüncüsü oruçtan, dördüncüsü hacdan, beşincisi zekâttan, altıncısı gusülden sorulacaktır. Yedinci suale gelince, Peygamberler bile masum oldukları hâlde, bu sualden korkarlar. O da kul hakkıdır.”
Bir kimse, Peygamberlerin yaptığı ibâdetleri yapsa, fakat üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennete giremez. Kul hakkı o kadar mühim ki, bir dank [yarım gram gümüş] hak için, cemaatle kılınmış, kabul olmuş 700 namazın sevâbı alınıp, hak sâhibine verilecektir, sevâbı yoksa onun günahı buna yüklenecektir.
Kul hakkının önemini bilip bundan sakınan bir Müslüman, kesinlikle tartışmaya giremez, kavga edemez, kalb kıramaz. Çünkü kul hakkından korkar. Hele kalb kırarak kul hakkına girmek, çok büyük günahtır. Bunun için Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
“Bir mü’minin kalbini kırmak, 70 defa Kâbe’yi yıkmaktan büyük günahtır.”
Din kitaplarımızda; “Hanımının hak ve hukukuna rihåyet edemeyecek olan, kul hakkına girmemek için evlenmesin!” buyuruluyor. Yani kadın; esir değildir, köle değildir, hizmetçi de değildir.
Bazı din büyükleri, kul hakkı geçmesin diye, kendi hanımından, kendi çocuğundan bile, bir bardak su istemez, kalkıp kendileri alırlardı. Bazı büyükler de, emir vermemiş olmak için; “Bir bardak su verir misin?” derler, kul hakkından çok korkarlardı.
Birçok diplomat, devlet, ilim, fen ve hatta yabancı din adamlarının Müslüman oluşları, İslâmiyetin yüksekliğine hayran kaldıklarındandır. İslâmı seçmelerinin sebeplerinden birkaçı şunlardır:
1- İslâmiyette; tek ilâh vardır. Hıristiyanlıktaki 3 tanrı inancı, saçmadır.
2- İslâmiyette; sadece âhıret saâdetini değil, dünyada da rahatın yollarını bildirir.
3- İslâmiyette; her çocuk günahsız doğar. Hıristiyanlıkta ise, günahkâr doğar.
4- İslâmiyette; ibâdetlerin mabette yapılma şartı yoktur. Hıristiyanlar, kilisede putu ve papazı aracı yaparak sözde ibâdet ederler.
5- İslâmiyette; günahı yalnız Allah affeder. Hıristiyanlıkta, papazın, günahları affetme yetkisi vardır.
6- İslâmiyette; Irk, renk ve dil ayrımı yoktur. Yahudi kendini asil bilir. Hıristiyan, zenciyi aşağı görür.
7- İslâmiyette; bütün peygamberler beşer, yânî insandır. Ancak günahsızdır. Hıristiyanlıkta, Hazret-i İsa oğul tanrıdır.
8- İslâmiyette; hurafe yoktur. Diğer dinlerde ateşe, Güneş’e, taşa, heykele tapılır.
9- İslâmiyette; “Müslüman olmada zorlama yoktur.” emri vardır. Hıristiyanların dine sokmak için yaptıkları işkenceler meşhurdur.
10- İslâmiyette; iç temizliği yanında, dış temizliği de çok önemlidir. Meşhur Versay Sarayı’nda yıllarca helâ bile yoktu.
11- İslâmiyette; kapitalizm, ve komünizm gibi fikirler kabul edilmez.
12- İslâmiyette; Müslümanların geri kalışlarının sebebi, dinlerinin icaplarına uymamalarındandır. Hıristiyanların maddî refahı ise, dinlerinden uzak kalmalarındandır.
13- İslâmiyette; ancak câhil olan kimse, dinden çıkabilir. Hıristiyanlıkta ise, ilim sâhibi olan dînini bırakır.
14- İslâmiyette; alkol, uyuşturucu, kumar, zina haramdır. Hıristiyanlar içki, kumar, uyuşturucu ve fuhuş bataklığı içindedirler.
İdris aleyhisselâmdan sonra insanlar doğru yoldan ayrıldı. Putlara, yânî heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Nûh aleyhisselâmı gönderdi. O zaman 50 yaşında idi. Nice yıl, onları dine davet etti. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse îmân etti. Çoğu kulak asmadı. Kendi oğlu Yâm yânî Kenan bile îmân etmedi. Alay ve işkence ettiler. Onlara bedduâ etti.
500 yaşında iken, gemi yapması emrolundu. Gemi bitince, tufan oldu. Müminler ile gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu (Arâis-ül-mecâlis)de yazılıdır. Her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Kenan’ı (Yâm) da gemiye çağırdı. “Ben, dağa çıkar kurtulurum.” dedi. Bir dalga gelip oğlunu alıp boğdu. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Şiddetli yağmurlar yağmaya başladı. Sonunda sular dağları aştı. Gemide olmayan insanlar ve hayvanlar telef oldu. 6 ay sonra, yağmurlar durdu ve sular çekildi. Gemi, Irak’ta Cûdi dağına oturdu. Nûh aleyhisselâmın gemisinin tufandan kurtulması, Aşûre günü oldu. Nûh tufanı, Kurân-ı kerîmde, Mümin sûresinin 30. âyet-i kerîmesinden sonra anlatılmaktadır.
Nûh aleyhisselâma ikinci Âdem denildi. Bundan sonra insanlar, Nûh aleyhisselâmın 3 oğlundan üredi. Sâm’dan Arap, Fars ve Rum; Hâm’dan Afrika halkı; Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bahrena (Bering) boğazından Amerika’ya da geçip yerleşenler oldu. Amerika keşfedilince orada bulunan yerliler, bu göçün sonucunda oraya yerleşenlerin torunları idiler. Nûh aleyhisselâm, 1000 yaşında vefât etti.