05 Haziran 2025 Perşembe
"BİR FORMA BENDEN SANA KARDEŞİM" ETKİNLİĞİNE HATAY BEŞİKTAŞLILAR DERNEĞİ'NDEN DESTEK
6 ŞUBAT VE SONRASI! MİLLETİNİN EMRİNDE GÜÇLÜ DEVLET..
BALIK ÇİFTLİKLERİ “BARAJLARI KİRLETİYOR” DİYENLER HAKSIZ MI?
Kirli siyaset ne mi?
KÜRESELCİLERİN YAPAY DEPREMLER ÜRETEREK İŞGAL PLANLARI
ÇALIŞKAN VALİ, BAŞARILI VALİ, HUZURLU VALİ “MUSTAFA MASATLI”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zat şöyle anlatmıştır:
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin kardeşi, Sürunç beldesindeydi. Ona bir mektup yazıp, huzuruna gelmesini istemişti. Mektubu götürmek için beni vazifelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip, Fâtiha sûresini okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda Kureyş sûresini çok oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkül bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!”
Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürunç’a iki menzillik yol kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve iki rekat namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birdenbire korkunç bir aslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkül ile karşılaşırsan beni hatırla!” emri hatırıma geldi.
Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdadıma yetiş, beni bu yırtıcı aslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi ve aslana, benden uzaklaşması için, eliyle işaret etti. Aslan kaçarak uzaklaşıp gitti. O anda da, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birden gözden kayboldu.
Bu hadiseyi yanımdaki arkadaşlar da gördü. Daha sonra bana sordular. “Böyle bir anda, imdadına yetişen bu büyük zat kimdir?” Ben de onlara durumu anlatarak, “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir.” dedim. Onlar da bu hadise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular.
Büyük tarihçi ve seyyah Evliyâ Çelebi 25 Mart 1611 tarihinde doğup, 1682 yılında vefât etmiştir. Ailesi Kütahya’dan gelip saraya yerleşti. Babası sarayda kuyumcuydu. Bir süre medresede okudu ve hafız oldu. Babasından tezhip, hat ve nakış sanatlarını öğrendi. Enderuna alındı. Gezmeye ilgisi, çocukluğunda babasından ve yakınlarından dinlediği hikâyeler ve masallardan kaynaklanır. Gençliğinde bir gece rüyâsında Peygamber efendimizi görür. “Şefaat yâ Resûlallah” diyecek yerde heyecanlanıp, “Seyahat yâ Resûlallah” der. O günden sonraki ömrü seyahatlerle geçer.
1635’te önce, İstanbul’da gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’ta Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi. 1645’te Kırım’a Bahadır Giray’ın yanına gitti. 1646’da Doğu illerini, Azerbaycan’ın, Gürcistan’ın bazı bölgelerini gezdi. Gümüşhane, Tortum çevresini dolaştı. 1648’te İstanbul’a dönerek Mustafa Paşa ile Şam’a gitti, 3 yıl bölgeyi gezdi. 1651’den sonra Rumeli’yi dolaşmaya başladı. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik çevrelerini gezdi. Bu gezileri 50 yıl sürdü.
Gezilerinde karşılaştığı toplumların kültürlerini, Divan edebiyatının aksine, son derece sade ve kolayca anlaşılır ve konuşma diline yakın, akıcı bir üslupla yazdı. Gözlemlerine, kendi düşüncelerini de ekledi. Gezilen bölgelerde; ev, câmi, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra, köprü gibi yapıları da inceledi. Seyahatname bir kültürel derleme niteliğindedir. İçinde, gidilen yerlerde dinlenen halk hikâyeleri, türküler, halk şiirleri, deyimler, masallar, maniler, halk oyunları unsurları, giyim-kuşamla ilgili özellikler, düğün ve cenaze merasimleri, halk oyunları, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat özellikleri… vardır.
10 cilt ve 10 bin sahifelik muazzam Evliyâ Seyahatnamesi, (Ermenice, Rumca, Rusça, Sırpça dahil) bütün Batı dillerine çevrilip basıldı.
Nasıl ki, elektrik kabloyla, su boruyla nakledilirse; feyz ve nur da kalbden kalbe nakledilir. Bunların nakil vasıtası muhabbettir. Bu nurlar her yere yayılmaktadır. Bundan faydalanmanın iki şartı var: İnanmak ve sevmek.
Bu sevgide, sevilenin sevdikleri sevilir, sevmedikleri sevilmez. Büyüklerin hayatını okumak, kalbden dünya sevgisini çıkarır, yerine Allah sevgisi ve evliya sevgisi dolar, insanın ihlâsı artar. Bir kimse, kendi başına İslâmiyetin bütün emirlerini yapsa, kurtulma ihtimali vardır; fakat bir kimse, İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bir büyüğe tâbi olsa, onu sevse, kurtulmama ihtimali yoktur. Bu büyük zatları seven, imansız gitmediği gibi, onların sevdikleri de, imansız gitmez. Umumi belâ, Resûlullah efendimizin bulunduğu yere gelmediği gibi, vârislerinin bulunduğu toplumlara da gelmez.
İnsanın, bir yolculuktan dönüşte kârı, yaptığı ibâdetler, hayır ve hasenatlar, yani Allah için yaptıklarıdır. Gerisi hayaldir. Dünya yolculuğunun neticesi de buna benzer ki; kârı Cennettir; zararından Allahü teâlâ korusun!
Allahü teâlânın kanunları vardır. Fizik kanunları, tabiat kanunları diye bilinenler, O’nun yarattığı ve eşya içine gizledikleridir. İnsanlar bunları araştırırlar, keşfederler ve istifade ederler. Bir de, O’nun emir ve yasakları da vardır ki, bunları Kur’ân-ı kerîmde bildirmiştir. İnsanların huzurlu olmaları, ancak ona uymakla mümkündür. Bunlar, araştırmakla ele geçmez. İslâm âlimleri; “Bütün güzellikler ve iyilikler İslâmiyetin içindedir, dışında hiçbir güzellik yoktur ve olamaz.” buyuruyorlar
Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Bugün maalesef çocuklarımız yarış atı gibi yetiştiriliyor. Bunun için de çocuklar tek yönlü olarak yetişiyorlar. Sonra çocuk büyüyüp ana babaya karşı beklenmedik bir davranış sergileyince; “Eyvah biz ne yaptık?” deniliyor. Bugün her şey nefse, şehvete yönelik olduğu için inançsızlık ve ahlâksızlık çok hızlı yayılıyor.
Cenâb-ı Hak insanı hayvanlar gibi boşıboş bırakmamış; neyi yapacağını neyi yapmayacağını da bildirmiştir. Emirlerine uygun yaşayanlara sonsuz Cennet nimetlerini müjdelemiştir. Hayat sadece dünya hayatından ibaret değildir. Hatta bizim inancımıza göre gerçek hayat ahiret hayatıdır. Bunun için bir Müslümanın dünyadaki her işinin, her davranışının ahirete yönelik olması lâzımdır. Dinini bilmeyen dine uygun hareket edemez. Dolayısıyla çocuklarımızı dünya hayatına hazırladığımız gibi ahiret hayatına da hazırlamamız lâzımdır. Eğer bu ihmal edilirse, çocuklar sadece dünyaya yönelik yetişir. Belki iyi okulları, iyi üniversiteleri bitirebilirler fakat, bu onları hiçbir zaman mutlu kılamaz. Eksik kalan bu manevî boşluğu hayat boyu her zaman hissederler. Her zaman huzursuz olurlar. Çoğu bu huzursuzluğun kaynağını bilemediği için de ömürleri huzur arayışı içinde geçer. Doğru bir inancı, yaşayışı olmadığı için de ahiret hayatı da azaba dönüşür. Buna sebep olan anne baba da, bu azaptan nasibini alır. Çünkü hadîs-i şerîfte; “Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz!” buyurulmuştur.
Önce çocukları kötülüklerden, kötü yerlerden uzak tutmak lâzımdır. Böyle yerlerin kapısı kötü arkadaştır. Bu iş hata, ihmal kabul etmez. Çoğu zaman bu yolun geri dönüşü yoktur.
Çocuklara iman, Kur’ân-ı kerîm ve Allahü teâlânın emir ve yasakları öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana-baba ve hocaları da ortak olur. Aksi yapılırsa yani dinimiz öğretilmezse o zaman vay hâlimize!..
Zamanın evliyâsından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri hastalandı. Yakınları ona mütehassıs bir Hıristiyan doktor getirdiler. Doktor muayene edeceği şahsın Müslümanların büyüklerinden ve evliyâsından olduğunu duymuştu.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri gelen doktor ile tıp ve diğer ilimler üzerine sohbet etti.
Gelen şahıs tabip olmasına rağmen, Süfyân-ı Sevrî Hazretlerinin tıp üzerine verdiği bilgiler, hiç duymadığı, bilmediği şeylerdi. Bunları dinlerken hayretler içinde kaldı.
Daha sonra muayene etti. Muayeneden sonra dedi ki:
– Sizin akciğeriniz ve böbrekleriniz, tamamen çalışmaz durumda. Bu hâliyle bir insanın yaşaması imkânsızdır.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri buyurdular ki:
– Allahü teâlâ her şeye kadirdir.
Bunu hayretle dinleyen doktor şöyle düşündü:
“Bir dinde, tıbben yaşaması mümkün olmayan bir insanın yaşaması o dinin yanlış ve batıl olmadığına açık delildir.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretlerinin huzurunda kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
O devrin halifesi bunu duyunca buyurdu ki:
“Ben sandım ki, doktor hastanın yanına geldi. Meğer hasta doktora gönderilmiş.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri birgün buyurdu ki:
Her gece, “Allaha ibâdet edenler yok mu, kalksınlar?” diyen bir ses cihânı kaplar. Âbidler kalkıp sehere kadar ibâdet ederler. Seher vakti olunca, “İstiğfâr edenler yok mu?” denir. Onlar da kalkıp istiğfâr ederler. Sabah namazı olunca da, “Gâfillerden kalkan yok mu?” denir. Bunlar ise, mevtalar mezardan kalkar gibi kalkarlar.