17 Eylül 2025 Çarşamba
HATAY SİYASETİNDE EN TANINAN İSİMLER BELLİ OLDU
MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU
Depremler İntiharları Tetikledi Mi?
"Birlikte Başaracağız: İdarecilerin Mücadelesine Dair Bir Bakış"
Kirli siyaset ne mi?
“AİLE İÇERİSİNDE KELİMELERLE KURULAN KÖPRÜLER”
Müslümanlar, Medine’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Çok kuyu vardı, ama suları çok tatlı değildi. Ama Rume Kuyusu’nun suyu çok tatlı idi. Bu kuyu da bir Yahudi’ye âitti. Yahudi, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu. Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar sıkıntı çekiyorlardı.
Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Birgün buyurdular ki: “Rume Kuyusu’nu kim alır, kendi kovasını Müslümanların kovası ile beraber tutarsa, Cennetteki kovası bundan hayırlı olur.”
Bu müjdeyi işiten Hazret-i Osman “radıyallahü anh” hemen Yahudi’nin yanına gidip, pazarlığa başladı. 12.000 dirheme kuyunun yarı hissesini satın aldı. Kuyunun başında birgün Yahudi, diğer gün Hazret-i Osman durup, su veriyorlardı. Yahudi yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hazret-i Osman ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hazret-i Osman’a geldiği gün, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı. Dolayısıyla ertesi gün Yahudi’ye gelen olmuyordu. Yahudi oyuna geldiğini anladı. Kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hazret-i Osman’a satmak istedi. Fakat Hazret-i Osman kabul etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklif etmesi üzerine Hazret-i Osman ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi.
Horasan Valisi Abdullah bin Tahir çok adil idi. Jandarmaları birkaç hırsızı yakalamış, valiye bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci Nişâbur’a gitmişti. Bir zaman sonra gece evine dönüp giderken, bunu hırsız diye yakaladılar. Hırsızlarla beraber valiye çıkardılar. “Hapsedin!” dedi.
Demirci hapishanede abdest alıp namaz kıldı. Ellerini uzatıp; “Yâ Rabbi! Günahım olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın.” diye duâ etti. Vali gece rüyâsında, dört kuvvetli kimse gelip tahtını tersine çevirecekleri vakit uyandı. Hemen abdest alıp iki rekât namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmakta olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı bulunduğunu anladı. Nitekim şiir:
Binlerce top ve tüfek yapamaz asla,
Gözyaşının seher vakti yaptığını.
Düşman kaçıran süngüleri çok defa,
Toz gibi yapar bir mü’minin duâsı.
Hemen o gece hapishane müdürünü çağırarak; “Bir mazlum hapiste mi?” diye sordu. Müdür; “Bunu bilemem. Yalnız biri namaz kılıp çok duâ edip gözyaşları döküyor.” dedi. Onu getirtti, hâlini sorup suçsuz olduğunu anladı. Özür dileyip şöyle dedi:
– Hakkını helâl et ve bin gümüş hediyemi kabul et ve herhangi bir arzun olunca bana gel!
– Hakkımı helâl ettim ve hediyeni kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem.
– Niçin gelemezsin?
– Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çeviren sâhibimi bırakıp, dileklerimi başkasına getirmekliğim kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Nice muradıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım, nasıl giderim!
Demirci, sultanın yanından ayrılıp, memleketine döndü.
Bir zaman gencin biri Kâbe’de şöyle duâ ediyordu:
– Ey doğruların yardımcısı olan Allahım! Ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allahım, sana hamdü senâ ederim!
Merak eden biri ona sorar:
– Neden hep aynı duâyı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?
Bu genç ona şöyle anlatır:
“7-8 sene önce yine Kâbe’de iken içinde 1000 altın olan bir torba buldum. İçimden bir ses; “Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın!” diyordu. Kendi kendime; “Hayır, bu benim değil, başkasının malı, kullanmam haram olur.” dedim. Bu sırada birisi; “Şöyle şöyle bir torba bulan var mı?” diye bağırıyordu. Çağırdım onu. Torbayı tarif etti ve; “İçinde 1000 altın vardı.” dedi. Torbasını verdim. Adam bana torbadan 30 altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir esiri överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. “Bu esir için ne istiyorsunuz?” dedim. 30 altın dediler. Altınları verip genci satın aldım.
Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Birgün onunla giderken karşıdan 3 kişi geliyordu. Genç bana dedi ki: “Efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın, 30 bin altından aşağıya satma!” dedi. O kişiler yanıma geldi; “Bu esiri bize satar mısın?” dediler. “Satarım ama, 30.000’den aşağı olmaz.” dedim. Pazarlıktan sonra, çaresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler.
Ben bu altınlarla iş yerleri açtım, ticaret yaptım, daha çok zengin oldum. Birgün yakınlarım; “Çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefât etti. Onunla seni evlendirelim.” dediler. Ben de “Olur.” dedim.
Nikâh kıyıldı. Deve yükleri ile çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti. Karıma; “Bu nedir?” dedim. “İçinde 970 altın var, babam Kâbe’de bir zaman bunu kaybetmiş. Bulan kimseye 30’unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, çeyizine koyarsın.” dedi.
Demek ki; bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermese idim haram yoldan gelecekti. Şimdi helâl yoldan yine bana geldi. Bana yardım edip haramlardan koruyan, nice nîmetler ihsân eden yüce Rabbime hamd ederim… Acı da olsa, doğruları söyleyiniz. Takdirden ve nasipten ötesi yok…
Babası Abdülmuttalib; anası Vehib kızı Hâle’dir. Peygamber efendimizden 2 yaş büyük olup, öz amcası ve süt kardeşi idi. Süveybe Hâtun, her ikisine de “Süt analığı” yapmıştır.
Hazret-i Hamza, Kureyş’in en asil soyundan olması yanında; çok iyi kılıç kullanır, mükemmel ok atardı. Güçlü kuvvetli bir savaşçı idi. Müslümanlığı kabul ettikten sonra da aynı kahramanlığı Allah, Peygamber ve İslâm dini uğrunda göstermiştir. Bu yüzden Resûlullah efendimiz kendisine Esedullah (Allahın Arslanı) lâkabını vermişlerdi.
Peygamber efendimiz, Mekke ve Medineliler arasında din kardeşliği ilân edince, Hazret-i Hamza da, Peygamber efendimizin azatlı evlâtlığı Hazret-i Zeyd ile kardeş olmuştu. Kendisini o kadar çok severdi ki, Allah yolunda harbe çıkarken, bütün mülkünü Hazret-i Zeyd’e vasiyet ederdi.
Müşriklere karşı harekete geçen, ilk İslâm birliğinin kumandanı Hazret-i Hamza idi. Sevgili Peygamberimiz beyaz renkli ilk İslâm Sancağı’nı ona teslim etmişlerdi. Sonraki seferler de ekseriya onun kumandanlığında yapılmıştır. Bedir Gâzâsı’nın en büyük kahramanlarının başında, Hazret-i Hamza gelir.
Bedir’in intikamı için Kureyşli müşrikler, Uhud’a geldiler. Bu ibretli Gâzâ’da Resûlullahın yiğit amcası, hakikaten “Allahın Arslanı” olduğunu ispat etmiştir. Fakat pusuya düşürülerek şehid edilmiştir. Din düşmanları, şehidlerin efendisine o kadar kin kusuyorlardı ki, mübârek vücudunu 70 parçaya ayırmışlardı. Şehit olduğu gün, 57 yaşlarında bulunuyordu. Çarpışma bittikten sonra Resûl-i Ekrem efendimiz, Uhud şehidlerini ikişer ikişer defnettirdiler.
Uhud gâzâsından dönüşte Hazret-i Hamza için, bütün evlerde ayrı ayrı duâ edildi.
GÜNÜN TARİHİ……… YAVUZ SULTAN SELİM HÂN
Osmanlı sultanlarının 9’uncusu ve İslâm hâlîfelerinin 74’üncü- südür. Şehzâdeliğinde, mükemmel tahsil ve terbiye gördü. Arap, Fars dilleriyle yüksek din ve fen ilimlerini öğrendi. Askerî sevk ve idâre ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için Trabzon Vâliliği’ne gönderildi. Babası Sultan 2. Bâyezid Hânın tahttan ferâgat etmesi üzerine 24 Nisan 1512’de tahta geçti. Tarihe geçmiş birçok zaferin 8 yıla nasıl sığdığını, tarihçiler hâlen çözememişlerdir.
Bir gün Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) ashabıyla
sohbet ederken yanlarından güçlü ve heybetli bir adam
geçti. Adamın bu görüntüsünden etkilenen sahabeden
bazıları, “Ey Allah’ın Resûlü! Keşke bu adam, gücünü
Allah yolunda kullansa!” dediler. Bunun üzerine
Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurdu: “Eğer bu
kişi, ailesinin ve çocuklarının geçimini sağlamak için
çalışıyorsa, Allah yolundadır. Anne ve babasının
ihtiyaçlarını gidermek için çalışıyorsa, Allah
yolundadır. Kendi izzet ve onurunu korumak için
çalışıyorsa yine Allah yolundadır.”
1
Yüce dinimiz İslam, kişinin; Allah’ın emirlerine ve
yasaklarına riayet ederek kendisinin ve ailesinin rızkını
helal ve meşru yollardan temin etmesini, kimseye yük
olmadan çalışmasını bir ibadet olarak görmüştür. El
emeğini ve alın terini mukaddes kabul etmiştir.
Tembelliği, miskinliği, dilenmeyi, zamanı ve hayatı israf
etmeyi ise yasaklamıştır. Cenâb-ı Hak, “İnsan için
ancak çalıştığının karşılığı vardır ve çalıştığını da
görecektir.”2 buyurarak bizlere; dünya ve ahiret
huzurunu elde etmek için çalışmayı öğütlemiştir.
Dinimiz, kazancın helal olması kadar, kazanç
yollarının meşru olmasına da önem vermektedir. Bu
sebeple; çalışmanın, işyeri açmanın, kazanç elde etmenin
kuralları ve âdâbı vardır. Allah’ın haram kıldığı şeylerin
alınıp satılması meşru değildir. Dolayısıyla Müslüman;
akıl ve iradeyi yok eden, kazaların yaşanmasına,
cinayetlerin işlenmesine sebep olan alkolü üretemez,
alamaz, satamaz, kullanamaz ve kullanılmasına katkıda
bulunamaz. Yuvaları dağıtan, toplumsal hayatta
kapanmaz yaralar açan kumarı oynayamaz, oynatamaz
ve oynanmasına imkân sağlayamaz. Malın ve ömrün
bereketini götüren, ⁹emeğin ve alın terinin düşmanı olan
faizi alamaz, veremez, ona aracı olamaz. Toplumsal
barışı bozan karaborsacılık, tefecilik ve stokçuluk gibi
haramları işleyemez, bunlardan kazanç elde edemez.
İslam’a göre işçi olmanın da bir takım
sorumlulukları vardır. İşçi; rızkını temin ettiği işyerini ve
orada bulunan malzemeleri bir emanet olarak bilmeli,
onlara asla zarar vermemelidir. İşyerindeki hiçbir eşyayı
şahsi ihtiyaçları için kullanmamalı, özel bilgileri
başkalarıyla paylaşmamalıdır. İşçi; çalışma saatlerine
riayet etmeli, işini aksatmamalıdır. Beraber çalıştığı
arkadaşlarına karşı saygılı olmalı, onların haklarını kendi
hakkı gibi gözetmeli, onlara zarar verecek davranışlardan
şiddetle kaçınmalıdır.
İslam, işverene de birçok vazife yüklemiştir.
İşveren; Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in, “Çalışana
ücretini, teri kurumadan verin.”3 uyarısını dikkate
alarak işçiye hakkını tam ve zamanında 8vermekle
yükümlüdür. 8Dolayısıyla işveren; ucuz iş gücü adına,
işçiyi; ağır şartlarda, az bir ücretle çalıştıramaz, onu
sosyal haklarından mahrum bırakamaz.
İşveren, aynı zamanda işçinin insanî ihtiyaç ve
haklarını kullanmasını sağlamakla sorumludur. Bu
sebepledir ki, işveren; Cenâb-ı Hakk’ın, “…Namaz,
müminler için vakitleri belirlenmiş farz bir
ibadettir.”4
ayeti apaçık ortadayken, işçinin; beş vakit
namaz ve Cuma namazını vaktinde eda etmesine; oruç
tutmasına; Allah’ın emri, müminin süsü olan tesettürü
kuşanmasına engel olamaz. Ayrıca işveren, işçinin;
dinlenme saatlerini, haftalık veya yıllık izinlerini
kullanmasını da 0kısıtlayamaz.
İşveren; Yüce Rabbimizin, ْ ْ
…Heva ve hevesinize kapılıp adaletten
sapmayın…”5
emrine uyarak işçinin, hak ve hukukunu
da korumakla mükelleftir. Bu nedenledir ki, işçiye,
⁹sistematik bir baskı uygulayamaz. Onun; onur ve iffetini,
şeref ve haysiyetini zedeleyecek söz, tutum ve
davranışlarda bulunamaz. Onu, haksız şekilde işten
çıkaramaz, ailesini ve çocuklarını mağdur edemez.
İşveren; işyerinin güvenliğinin sağlanmasından,
işçinin sağlıklı bir iş ortamında çalışmasından da
mesuldür. Hiçbir işçi; canının tehlikeye gireceği, akıl,
beden ve ruh sağlığının bozulacağı bir işte istihdam
edilemez. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in
uyarısı gayet açıktır: “Kim insanlara zarar verirse
Allah da ona zarar verir. Kim insanlara zorluk
çıkarırsa, Allah da ona zorluk çıkarır.”6
Allah katında işçi ya da işveren olmanın bir
üstünlüğü yoktur. Üstünlük, takvadadır; yani Allah’tan
hakkıyla sakınmak, O’nun emirlerini yerine getirmek,
yasaklarından kaçınmaktır. Öyleyse, Rabbimizin rızasını,
adaleti, hakkaniyeti, dürüstlüğü ve gönül kazanmayı tüm
kazançların üstünde görelim. Unutmayalım ki, huzur ve
mutluluk; sadece tüketmek ve biriktirmekte değil,
paylaşmakta ve kanaat göstermektedir.
Peygamberimiz (s.a.s)’in şu Öyleyse Allah’tan hakkıyla sakının ve
9⁹rızkınızı güzel yollardan isteyin. Helal olanı alın.
Haramdan kaçının.”7
1 Taberânî, el-Mu’cemû’l-evsat, VII, 56.
2 Necm 53/39,40.
3
İbn Mâce, Rühûn, 4.
4 Nisâ, 4/103.
5 Nisâ, 4/135.
6 Ebû Dâvûd, Kadâ’ (Akdiye), 31.
7
İbn Mâce, Ticâret, 2.