22 Nisan 2025 Salı
HBB DAİRE BAŞKANI ŞENER’DEN BAŞKAN TUTAR’A ZİYARET
6 ŞUBAT VE SONRASI! MİLLETİNİN EMRİNDE GÜÇLÜ DEVLET..
YIKILAN TARİHİ YENİDEN İNŞA ETMEK
Kirli siyaset ne mi?
KÜRESELCİLERİN YAPAY DEPREMLER ÜRETEREK İŞGAL PLANLARI
ÇALIŞKAN VALİ, BAŞARILI VALİ, HUZURLU VALİ “MUSTAFA MASATLI”
Zamanın evliyâsından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri hastalandı. Yakınları ona mütehassıs bir Hıristiyan doktor getirdiler. Doktor muayene edeceği şahsın Müslümanların büyüklerinden ve evliyâsından olduğunu duymuştu.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri gelen doktor ile tıp ve diğer ilimler üzerine sohbet etti.
Gelen şahıs tabip olmasına rağmen, Süfyân-ı Sevrî Hazretlerinin tıp üzerine verdiği bilgiler, hiç duymadığı, bilmediği şeylerdi. Bunları dinlerken hayretler içinde kaldı.
Daha sonra muayene etti. Muayeneden sonra dedi ki:
– Sizin akciğeriniz ve böbrekleriniz, tamamen çalışmaz durumda. Bu hâliyle bir insanın yaşaması imkânsızdır.
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri buyurdular ki:
– Allahü teâlâ her şeye kadirdir.
Bunu hayretle dinleyen doktor şöyle düşündü:
“Bir dinde, tıbben yaşaması mümkün olmayan bir insanın yaşaması o dinin yanlış ve batıl olmadığına açık delildir.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretlerinin huzurunda kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
O devrin halifesi bunu duyunca buyurdu ki:
“Ben sandım ki, doktor hastanın yanına geldi. Meğer hasta doktora gönderilmiş.”
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri birgün buyurdu ki:
Her gece, “Allaha ibâdet edenler yok mu, kalksınlar?” diyen bir ses cihânı kaplar. Âbidler kalkıp sehere kadar ibâdet ederler. Seher vakti olunca, “İstiğfâr edenler yok mu?” denir. Onlar da kalkıp istiğfâr ederler. Sabah namazı olunca da, “Gâfillerden kalkan yok mu?” denir. Bunlar ise, mevtalar mezardan kalkar gibi kalkarlar.
İmanın şartı altıdır. Bunlar inanılacak şeylerdir. Bu altı şarta inandım demekle hâsıl olan imanın devam etmesi için, başka şeyler de lâzımdır. Mesela, ibâdetler imandan değilse de, farz olduğuna inanmak imandandır. Bir kimse, namazın farz olduğuna inanmazsa imanı olmaz. Bir de imanın temeli ve en mühim alâmeti olan, (bugünkü tabirle, olmazsa olmazı olan) esas bir şart daha vardır ki, o da, hubb-u fillah ve buğd-u fillahtır. Yani Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü teâlânın sevmediklerini sevmemektir.
Çünkü hadîs-i şerîfte; “Dünyada birbirini sevenler, ahirette de beraber olacaktır.” buyuruluyor. Allahü teâlânın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatında da beraber bulunurlar. Bunun için de, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini iyi öğrenmemiz lâzımdır. Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir.
Bir kimse, ibâdetlerini yapmakla beraber, Allahü teâlânın sevmediklerini de severse, mesela Ebû Cehil’i severse, bu kişi Cehenneme gider. Çünkü hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz öyle buyuruyor. “Herkes sevdiğinin yanında olacak.” Demek ki insan, dünyada sevdiklerine dikkat etmelidir. Bu sevmek ve sevmemek, şahsî menfaati için değil, Allahü teâlânın rızası için olmalıdır. Sevmek ve sevmemek kalb ile olur, beden ile olmaz. Ateş ile barut bir arada olamayacağı gibi, iki zıt sevgi de bir arada olamaz. Peygamber efendimizi sevmeyeni sevemeyiz. Bu ise, kalbde kendiliğinden hâsıl olur. İlim ile olmaz. Öğrenilerek olmaz. Son nefeste iman, bu muhabbete bağlıdır. Onun için büyüklerimiz; “İnsan seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmeli.” buyuruyorlar.
Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikçe, buna münâfık, yani yalancı denir. Âşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerini sevmemeyi icap ettirir.
Allahü teâlâ İsa aleyhisselâma; (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve dost olmayanlardan uzaklaşmadıkça, hiç faydası olmaz.) ve Musa aleyhisselâma da; (Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve sevmediklerimden benim için uzaklaştın mı?) buyuruyor.
Âdem aleyhisselâmdan beri herkes, şu veya bu şekilde tarafını belli etmiştir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Bu iki yol, doğuyla batı gibidir. Sadece, hangi tarafa gideceğini kendisi tercih edecek. Ahirette iki yer var: Cennet ve Cehennem. Üçüncü yer yoktur.
Nemrut’un, İbrahim aleyhisselâmı atmak için yaktığı büyük ateşe, bir karınca durmadan su taşırken evliyâ bir zat sorar:
“Bu getirdiğin suyla bu ateş söner mi? Bir damla su atıyorsun, tekrar gidip su getiriyorsun. Neden bu kadar yoruluyorsun?”
Karınca şöyle cevap verir:
“Ben de biliyorum, ama ben tarafımı belli ediyorum. Ben ateşi söndüren taraftayım.”
O zat, bir yılanın da devamlı ateşe üflediğini görür. Yılana da sorar: “Sen ne yapıyorsun?” O da şu cevabı verir: “Bu ateşi körüklüyorum ki; ateş alevlenip İbrahim’i hemen yaksın diye.”
Yani, o da tarafını belli ediyor. O hâlde insanlar iki tarafta. Biri ateşi söndüren, diğeri ateşi körükleyen… Herkes kendine bakacak, ateşi söndüren tarafta mı, körükleyen tarafta mı? Yani tarafını, rengini belli edecek. Renksizlik iyi değildir, başıboşluktur. Sürüden ayrılmış koyun, kurda kuşa yem olur.
Bir Mecusî, yani ateşe tapan, kendi din gayretiyle, insanlar için çok lüzumlu bir yere, güzel bir köprü yaptırır. Sultan Mahmud Gaznevî hazretleri bu köprüyü görünce, yaptıran kişiye duâ etmek ister. Bunun üzerine yakınları, köprüyü yapanın Müslüman olmadığını söylerler. Sultan Mahmud Hân bu kişiyi çağırtır, ona teşekkür edip der ki: “Güzel ve faydalı bir hizmet yapmışsın. Gel, bir de Müslüman ol! Allahü teâlânın rızasını da kazan, ahıretini de kurtar, Cennetlik ol!” Mecusî kabul etmez. Sultan, masrafının iki katını vererek köprüyü satın almak ister. Mecusî yine kabul etmez. Der ki: “Ben bunu dinim için yaptım, parayla satmam!”
Bâtıl dini için bile, yaptığını parayla değişmez. Padişah, bedelini çok daha fazla vererek satın almakta ısrar eder. Mecusî yine kabul etmez. Zorla alacaklarını zanneder. “Canımdan olurum da, köprüyü vermem!” diyerek köprüden kendisini aşağı atar.
Ferideddîn-i Genc-i Şeker hazretleri bunu anlatırken buyurur ki: “Ey Müslüman! Sen din gayretini Mecusî’den mi öğreneceksin? O dini için canından oldu. Senin gayretin nerede?..”
Uzun yaşamanın sırrı az yemekten geçiyor. ABD’li bilim adamlarının 20 yıllık araştırmasında az yemenin uzun ömürlü olmaya sebep olduğu, yaşlanmayı geciktirdiği, kanser ve şeker hastalığı riskini azalttığı ortaya çıktı.
Wisconsin Üniversitesi uzmanlarının 20 yıl boyunca makak maymunları üzerinde yaptığı araştırma, normalde alınan kalori miktarının azaltılmasının yaşlanmayı geciktirebildiğini gösterdi. Amerikan “Science” dergisinde yayınlanan araştırmanın sonuçları şöyle:
1989’da başlayan çalışmada ilk etapta 30 maymun inceleniyordu, 1994’te deneye 45 maymun daha dahil edildi. Bugün araştırmada az yemek verilen 20 maymun ve istediği kadar yemek yiyebilen 13 maymun yer alıyor.
İstedikleri kadar yemelerine izin verilen maymunlar günde ortalama 640 kalori alırken, yiyecekleri kısıtlanan maymunlar günde 480 kalori alıyor. Bu miktarlar insana oranlandığında günde 2500 kalori yerine 1900 kalori alan bir kişinin daha sağlıklı ve uzun bir ömür sürdüğü belirlendi.
Kalori oranının azaltılmasının, yaşa bağlı hastalıklara yakalanma riskini 3 kat azalttığını ve hayatta kalma şansını artırdığını gösterdi.
Uzmanlar, kalori sınırlaması getirilen maymunlarda kanser ve kalp-damar hastalıkları belirtilerinin, sınırsız yiyen maymunlara göre yüzde 50 az olduğunu vurguladı.
Kalori bakımından kısıtlı bir beslenme düzeninin beynin daha iyi çalışmasını sağladığına dair kanıtlar buldu. Buna göre bu maymunların hafızası ve problem çözme becerisi ilerleyen yaşa rağmen daha aktif kalıyor.
Çalışmanın sonunda istediği kadar yemesine izin verilen maymunların %50’si, sınırlı beslenen maymunların yalnızca %20’si öldü.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî hazretleri, Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerindendir. 1207’de Belh şehrinde doğup, 1273’te Konya’da vefât etti. Babası Behâeddin-i Veled de, büyük âlimdi. Oğlu ile birlikte,
Hicaz’a, sonra Şam’a, oradan da Konya’ya geldi. Önce Hoca Hüsâmeddin’den feyz aldı. Sonra, Şemseddin-i Tebrizî gelip onu irşad eyledi.
Oğlu, Sultan Veled’tir. Torunlarına Çelebi denir. Vefâtından sonra yerine Hüsâmeddin Çelebi, sonra oğlu Sultan Muhammed Burhâneddin Veled Çelebi halîfe oldu.
Celâleddin-i Rûmî, ney ve dümbelek çalmadı, dönmedi, raks etmedi. Bunları, sonra gelen câhiller uydurdu. Divanında 30 bin, Mesnevisinde 47 bin beyit vardır. Mesnevisini nazım şeklinde yazarak, düşmanların değiştirmesine imkân bırakmamıştır.
OĞLUNA NASİHATLERİ: “Bahaeddin! Eğer dâima Cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma! Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma!
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen fena söyleyici, fena öğretici, fena düşünceli olma!
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir. Bütün Peygamberler ve velîler böyle yaptılar,içlerindeki karakteri dışarı vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular.
Allahın sevgisini de, onun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey kullarım! Kalbinizde arınma olması için beni pek çok anmaktan geri durmayın.” Kalbinizde arınma ne kadar çok olursa, Allahü teâlânın nûrunun parlaklığı da kalbde o nisbette fazla olur. Nitekim, ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar ekmek alır, soğuk olunca ekmek almaz…”